ESNAF VE SANATKAR ÖYKÜLERİ
İhtiyar
Çilingir (M.Şevket ESENDAL)
Koyunpazarı’nda bir
ufacık dükkan; bir küçük ocak yanıyor, bir ufak çocuk körük çekiyor.
İhtiyarlamış, küçülmüş, ak sakallı, küçük yüzlü bir adam, gözünde çifte gözlük,
mini mini halkaları ateşte ısıtıp zincir bağlıyordu;
Ne hoş manzara, gözüm ilişti. Dükkanın önünde kaldım. Bir çilingir dükkanı.
Ufak kilitler, eski zaman kapı halkaları, rezeler, menteşeler, hayvan
zincirleri. Böyle ufak tefek şeyler yapıyor. Bunlardan pek çok da yapmış,
dükkanın ötesine berisine asmış.
– Kolay gelsin usta.
– Kolayı başına gelsin!..
Bir tarafa dayanıp durdum. Adamcık, benimle hiç meşgul olmuyor göründü.
Birer tarafı açık, ufak halkalar hazırlamış, bir halka takıp açık
tarafını ateşe tutuyor, o hazır oluncaya kadar bir başkasını ateşten çekip
ucunu, kemali dikkatle kapıyor, bir parça büküyor, onu tekrar ateşe verinceye
kadar, evvelki hazır oluyor, böylece muntazam çalışıyordu. Emin olunuz ki,
gayet dürüst ve muntazam bir zincir vücuda geliyor, bir cilası noksan
kalıyordu.
Şüphesiz, eski binalarda gördüğümüz o müzeyyen edevat, böyle dükkanlarda,
bu nezaketle, bu ihtimamla, bu kanaat ve feragatla işlenir, yapılırdı. Sanata
böyle bir merbutiyyet-i dindârâne vardı. Her şeyi inkar eden küfük devresi
gelmemiş olsaydı, şüphesiz bu güzel şeyler sönüp gitmeyecekti. –Lânet olsun o
zamana ki, bütün mukaddesatı inkar ettirmiş, kanaatleri öldürmüş, huzur ve
rahatı söndürmüş, demiri kaldırmış, yerine tenekeyi doldurmuştur.
Ben oradayken, gençten bir adam geldi. Elinde bir değnek vardı. Demirciye
uzattı. Bu değneğin ucuna beş on halka geçirilecek. Bu genç adam, onunla, her
sabah akşam bağa giderken, eşeği dürtecek.
Demirci anladı, ses çıkarmadı, duvardan üç beş halka aldı, sanatına vakıf
bir adam sükunetiyle değneğe taktı. Lakin genç adam, usul hilafına, değneğin
yan tarafına bir halka daha taktırmak istiyordu. Çilingirle aralarında mubahese
başladı. Çilingir, “Olmaz, dedi, bunun usulü böyledir.”
Delikanlı usulü bozmakta ısrar ediyordu.
– Canım sen tak. Nene lazım...
– Takılmaz evladım... Ben kırk yıldır bu sanatı işlerim.
– Canım parasıyla değil mi? Sen takıver, ötesine karışma!
İhtiyar, belki ısrar etmeyip takacaktı; ancak “parasıyla” sözüne fena halde
içerledi, daha ziyade bir şey demeyerek değneği genç adamın elinden aldı, eski
taktıklarını da sökerek iade ettikten sonra,
– Biz para aşıklısı değiliz, var başka yerde yaptır, dedi.
Düşündüm kaldım. Para için işlemediğini iddia eden bu fakir ihtiyar,
şüphesiz, sanatının aşığıydı. “Filan usta gitti, bu sanatı da götürdü”
diyecekler diye, bu dükkanı bekliyordu. Onun nazarında filan şey filan şekilde
yapılır, başka türlüsü sanata saygısızlık olurdu. Bunu yıllarca, belki
asırlarca ustalar böyle yapmışlar; öyle ya, onun arkasında bu yolda, bu erkanda
gelmiş geçmiş ustalar, pirler vardı. Dükkanlarını halika ibadet der gibi açıp
kapamışlardı. Sanat onlara bahşolunmuş bir kerametti.
Evet, bu adam para aşıklısı değildi. O, ustalarının postunda oturur bir
sanat halifesiydi. O nasıl derse desin, işlediği sanatta, teraküm etmiş bir
vedaat mevcut olduğunun kaili bulunuyordu. Selahiyattar olmayan bir adamın,
parayla, onu tebdile ne hakkı vardı!.
Gödeli Mehmet (M.Şevket ESENDAL)
İhtiyar bir manavcıdan
bir hikaye dinlemiştim; gayet sade, küçük bir hikaye. Fakat şimdiye kadar
bakımsızlıktan onulmaz bir hale gelmiş bunca dertlerinden şu manavcıların
hissesine düşen parçasının pek açık, pek acıklı bir tasviri olduğundan onu
unutmam, saklarım.
Bu küçük hikayeyi size de nakledeyim; ama bilmem ki ondan benim
duyduğum acıyı duyacak mısınız? Çünkü bunu siz benim ağzımdan dinliyorsunuz.
Ben ise onu bir akşamüstü sular kararmış, ortalığa akşamın garipliği çökmüş
bulunduğu bir zamanda bir ihtiyar, dertli babanın dilinden dinlemiştim.
Serin bir sonbahar akşamı idi. Yüksek, sert bir gündoğusu yeli limanın
sularını karıştırıyordu. Eski köprüden yavaş yavaş geçerken, parmaklığın
kenarına yığılmış bir kalabalık gördüm. Köprünün gözünde tıkılmış, birbirine
yaslanmış kurtulamayan mavnaları seyrediyorlardı. Tezce bir işi olmayanlar gibi
ben de sokuldum. Dört beş, yüklü mavna kendilerini, vapurlardan, sulardan
kurtaramıyorlardı. Mavnacılar ellerindeki kancalarıyla öteye beriye dayanarak
ve birbirine bağrışarak çıkmağa çalışıyorlar, fakat bir yandan rüzgarla
sertleşen akıntı, karışan akıntı, bir yandan iskeleye yanaşmağa ve kalkmağa
çalışan iki şirket vapurunun suları zavallıları bırakmıyordu ki, bir yol
açılsın. Getirip birbirinin üstüne düşürüyordu.
Onların bu hallerini çektikleri meşakkatin bin türlüsünü her gün
görürsünüz. Bu adamcağızlar, denizlerle, rüzgarlarla, insanlarla boğuşurlar.
Bereket versin Tanrı, ekmeğini alnının teriyle kazananlara, kuvvet, sabrı
tahammül veriyor. Yoksa bu vapurların önünden kaçmak, her dakika şuradan
buradan çıkıp eğleniyor gibi düdük çekerek bağıran, söğen Yunan
romorkörlerinden sakınmak ve böylece bir yandan sular, rüzgarlarla uğraşıp bir
yandan insanların insafsızlıklarından kurtulmak, korunmak çekilir dertlerden
değildir.
Orada; gözümün önünden kurtulmak istedikçe birbirine karışan bu mavnalarda
çalışan adamların ekmeklerini ne kadar güçlükle kazanabildiklerini görüyordum.
Ve dalgın dalgın düşünürken arkadan bir romorkör yetişti. Sanki bu zavallılar
isterlerse kaçabileceklermiş gibi, onlara muttasıl düdük çekerek az yolla
yanaştı. O zamana kadar şirket kaptanlarına bağıran, yalvaran mavnacılar bu
sefer buna döndüler, hem çalışıyorlar, hem “sokulma” diye bağırıyorlardı; fakat
o hiç aldırmayarak mavnalardan birine dayanmağa başladı. Sular da yardım
ediyordu. Mavnacı direğini indirmeğe vakit bulamadı; çatırdayarak kopup düşen
seren az kaldı mavnanın içinde çalışan birinin başına iniyordu.
– Hüseyin, kafanı kolla...
Başımı çevirdim, baktım; Yanımda esnaftan ihtiyarca bir adam mavnacıya
bağırıyor ve hayretle gördüm ki, bu zavallı ihtiyar ağlıyordu.
Şaştım, hiç böyle bir adamın ağladığını görmemiştim; fakat kendisinden bir
şey sormayarak dalgın dalgın denizin kara sularına baktım.
“Ne olabilir, bu ihtiyar neden ağlar ki?” diye düşünüyordum. Bağrışa,
çağrışa bin meşakkatle kurtulabilen mavnacılar çekildikten sonra halk da
dağılıyordu. Kimse o zavallının ağladığının farkına varmamıştı. Gözyaşlarını
yeniyle silerek o da çekilip gidecekti; ancak ben daha ziyade dayanamadım.
– İhtiyar niçin ağladın? diye sormuşum. Bana baktı, sonra tekrar gözlerini
silerek cevap verdi;
– Bir oğlum vardı; aklıma geldi idi. Burada yiğit bir uşak kurban verdim.
– Oğlun boğuldu mu?
– Hayır, dedi, kurtuldu, ama elinden bir kaza çıktı. Gençlikle bir hata etti.
Bizi batıran romorkörün kaptanını öldürdü. Mahpusa attılar, üç sene yattı,
sonra öldü. O mahpusta inledikçe evde taze karısı içlendi, kocasının arkasından
çok kalmadı. Şimdi bizde bir yetimleri var.
– Şimdi senin mavnan yok mu?
– Yok... Çocuk mahpusa girdikten sonra gediği sattık, şuraya buraya davaya
verdik. Şimdi ihtiyar yaşımda başkasının mavnasında çalışırım.
Beraber Köprü’yü geçip Karaköy’e gidinceye kadar bana hepsini anlattı.
Kendisine Gödeli Hüseyin, oğluna Gödelinin Mehmet derler imiş. Baba oğul
bir mavnada çalışırlar imiş, babadan kalma Yağ Kapanı’nda bir gedikleri var
imiş. Bir gün nasılsa rıhtım önünde bir yük meselesinden dolayı Yunanlı bir
kaptanla aralarında bir kavga olmuş. Mehmet uslu, sessiz bir çocuk imiş.
Babasını dinlemiş, kaptana bir şey dememiş. Fakat bu kaptan bundan sonra
denizde, karada ne vakit Mehmet’i görse asılır, çatar, bindirir, sulara
kaptırır, kah bir vapura sıkıştırır, kah ağız ile söylemedik söz komaz imiş.
Bir gün yine Galata’da bir tüccarın odasında rastgelmiş, Mehmet’e ağzına
gelen hezeyanı etmiş. Gediğiniz kalkacak, ekmeğinizi elinizden alacağız, siz
batacaksınız, demiş. Sizi bu halde komayacağız, biz de yük alacağız diye
bağırmış. Mehmet, bütün bunları babasına anlatmış;
– Tövbe, elinden bir kaza çıkacak, git uslulara, esnafa anlat, bir çaresine
baksınlar, demiş? Ve o gece ekmek yememiş, birkaç gün hep düşünmüş.
Hele bir gün onu kulübede kahya ile konuşur görünce bütün bütün düşünceye
varmış. Esnafa, öteberiye sormuş;
– Bu herif kahya ile ne görüşüyor ki?
Hiç kimse bir şey bilmiyormuş.. Akşamüstü babasını bulmuş.
– Bu herif bugün kahya ile görüşüyordu, bunda bir iş var. Esnafın ekmeğini
satacaklar, bir yığın fukara burada aç kalacak. Ben karışmam, demiş.
Babası da gitmiş esnafa söylemiş; fakat değil şüphe etmek, bir hakikat bile
olsa kahyadan hesap sormak kimin haddine düşmüş.
O zamandan sonra bu çocuk bunu dert etmiş.
Bir gün yine böyle hava sert esiyor imiş; vapur karnında geç kalmışlar.
İskeleye yüklü dönerken o Yunanlı kaptan tam Köprü’nün gözünde gelmiş
bindirmiş, duba bir yandan dayanmış, mavna da biraz viran imiş, su etmiş
kaynamış. İhtiyar anlatıyordu;
– Ben romorköre sarıldım, çocuk da çıktı. Daha bir yana bakmadan şahin gibi
atladı, kaptanı boğazından kaptığı gibi yere çaldı. Yunanlının kafası bir demire
mi geldi ne oldu, canı çıkıverdi. Çocuğu içeri attılar, o yana bu yana
savaştık, kurtaramadık. Mahkeme mahkeme derken on beş sene yedi gitti.
İşte ihtiyarın hikayesi bu kadarcık. Onun ihtiyar, acıklı haline yüreğim
sızladı.
– Baba size esnaf bakmaz mı, dedim.
– Hayır o bir zamanmış. Ağalar toplanırlar, kayığı batana yardım
ederlermiş. Hastasına, sağına bakarlar, yetişirlermiş. Şimdi nerede? Ağalar
kendi işlerinin döndüğüne bakar, bildiklerini işlerler. Bir zaman orta sandığı
yaptılar, herkes para verdi. Sonra bir gün açtılar, boş çıktı. Evvelleri ağalar
lonca ederlerdi. Kahvelere haber gider, esnaf yığılır, uslular konuşur, gençler
dinlerdi; ama o zamanın usluları hak yemezlerdi. Şimdi ağaların işi: Zora
kaldıkça gene lonca ederler; ama kendileri söyler, kendileri dinler; ne baş var
ne ayak...
– Esnaf bu halleri bilmiyor mu?
– Esnaf bilse de ne yapacak ki? Zaten esnaf korkar. Tahsildarlık onların
elinde. Devlet tahsildarlığını onların eline bırakmış, bir şey desen tez elden
bir kulp takar, kayığını bağlar, yolsuz ederler, nöbet vermezler.
İhtiyar, kendi haliyle, kendi diliyle şu esnafın haraplığını,
perişanlığını, bozgunluğunu bana ne güzel anlattı.
Eski kaide, esnafın kadim kanunu yıkılmış ve yerine yeni hiç bir şey
yapılmamış. Bütün bu zavallı esnaf beş on kişinin eline düşmüş ve ne yazıktık
ki, hükümet de tahsildarlık demiş, kendi kuvvetini bunların eline bırakmış!..
Zavallıların ne fıkaralarına verecek beş paraları var, ne kendilerini
düşünecek halleri..
Şimdi bir yahır sahibi çıkıp yol gösterse, öteden ağalar karşı çıkacak,
esnafı korkutacak. Şikayet edecek, ‘Yanlıştır’ diyecek. Çünkü onlar esnafın
böyle kör, böyle sessiz kalmasını isterler. Halbuki dünya durmuyor, her gün
yenileşiyor. Bu hal ile zavallı Gödelinin Mehmet’in düşündüğü doğru çıkacak, bu
sanat elden gidecek, yabancıların, düşmanların eline geçecek. Demek
Mehmet bütün bu dertleri görmüş, bunlardan korkmuş, fakat anlatamamıştı.
Karaköy’de ihtiyardan ayrıldım.
Belki bugün bütün mavnacılar Gödelinin oğlunun nasıl olup bir adam
öldürdüğünü, sonra bir dul kadın ile bir yetim bırakarak hapishanede öldüğünü
unutmuşlardır. Bu, o kadar eski bir şey olmadığı halde daha o zaman bile
ehemmiyetsiz görülmüş ve hatırlardan çıkmıştı.
Lakin ben günden güne çoğalan o romorkörleri gördükçe, o yabancı düşman gemilerinin
çalşıtıklarını ve biçare esnafın birkaç akılsız insan elinde günden güne
perişanlığını, dağıldığını duydukça Mehmet’i unutamıyorum. Onun için ne zaman
akşam sularında denizlere baksam onun ihtiyar babasının akan gözyaşlarını,
sonra bilmemezlik ile yavaş yavaş batıp giden bir sanatın arkasından yetim
kalan çocukları, dul kalan kadınları görür, dertlenirim.
Uyku (Sabahattin Ali)
İki arkadaş Yıldızeli’nden Sivas’a gitmek için şosenin
kenarında otomobil bekliyorduk. Akşam olmaya başlamıştı. Akıllının biri, gece
yarısı gelen treni beklemektense sık sık geçen kamyonlardan birine atlamamızı
tavsiye etmişti; ve biz bir buçuk saatten beri, yolun kaybolduğu taraflarda
beliren her toz bulutuna ümitle bakarak bu “sık sık” tabirinden kaçar saatlik
fasılaların kasdedildiğini düşünmeye dalmıştık. Nihayet, ortalık adamakıllı
karardıktan sonra iki projektör, toz bulutlarını aydınlatarak bulunduğumuz yere
yaklaştı. Biz, yangından veya selden kaçan insanlar gibi, kollarımızı imdat
işaretlerine benzeyen hareketlerle havaya kaldırıp bağrışarak yolun ortasına
atıldık. Makine hemen önümüzde durdu. Kısa bir pazarlıktan sonra ellişer kuruşa
şoförün yanına binmek hususunda mutabık kaldık.
Harekete geçer geçmez, münevver adamlara yakışır bir
tecessüs* ve cahillikle ve birbirimizin sözünü keserek sıraladığımız suallerden
çıkan neticeye göre, orta yaşlı bir yük beygiri kadar mazisi olan emektar
kamyon, üç gün evvel Erbaa’dan kalkıp Turhal’a yük getirmiş ve orada Sivas’a
gelecek şeker hamulesi bularak yolunu buraya kadar uzatıvermiş. Başımı çevirip
ensemin üst kısmında heybetle yatan çuvallara bakınca içlerinde beyaz
kristalleri görür gibi oldum ve otomobilin sarsıntısından mıdır, nedir, içime
tuhaf bir bulantı geldi.
Şoföre;
“Başka müşterin var mı?” diye sordum.
Birkaç dakikalık bir sükuttan sonra başını hafifçe
arkaya doğru atarak:
“Üç kadın var... Çuvalların üstünde yatıyorlar!” dedi.
Bu sırada başucumdaki çuvallardan şoför muavininin
tamamlayıcı izahatı geldi;
“Yolda rastladık.. ne mal oldukları belli değil...
Parayı peşin verdikleri için aldık!”
Kendisiyle aynı çuvalların üzerinde uzanan ve belki
bacakları birbirine dokunan kadınların bu sözlerden alınabileceklerini asla
düşünmeden konuşuyor, yılışık ve yorgun bir sesle onların kılık ve kıyafetleri,
şekil ve suratları hakında malumat veriyordu.
Bu sırada otomobil birkaç hızlı sarsıntı geçirdi ve
muavin gevezeliği bırakarak gürler gibi bir sesle;
“Usta!” diye bağırdı.
Gözlerimiz hemen şoföre döndü. Onun telaş ile yerinden
kımıldadığını ve bir eliyle gözlerini uğuştururken ötekiyle sımsıkı direksiyonu
kavradığını gördük.
İki arkadaş bir şey anlamadan birbirimize baktık.
Muavin yine izahat verti.
“Bir şey değil, merak etmeyin... İki gecedir uykusuz,
bu akşam üçüncü gece olacak.... Ara sıra kendinden geçiveriyor.”
Sonra, bahsettiği kimsenin duyup duymadığına ehemmiyet
vermeyen o pervasız edasiyle ilave etti:
“Başımıza bir iş açmasın... Anafordan gümleriz
vallahi! Pek dalarsa siz dürtükleyiverin.”
Bu sefer yine birbirimize baktık, fakat bir şey
anlamadan değil, lüzumundan fazla şeyler anlayarak...
Otomobil birdenbire durdu. Fenerler birkaç metre
ileride, yolun solundaki bir çeşmeyi aydınlatıyordu. Şoför yayvan, uyku sersemi
bir sesle bağırdı:
“Rahmi!”
“Buyur usta!”
“Koş, makineye su koy.”
Arkada bir hareket oldu. Bir teneke sesi geldi. Sonra
deminden beri sesini işittiğimiz muavini ilk defa gördük. Hakikatte kendisini
değil, yolculuğun ve mesleğinin ona verdiği maskeyi görmek mümkündü. Pudralı
gibi beyaz kirpikleri ve saçları muhakkak ki, daimi değildi ve ter, makine
yağı, benzin ve tozdan ibaret bir çamurla sıvanan yüzü herhalde aslında
büsbütün başka şekil ve renkte olacaktı.
Tenekeyi çeşmeden doldurduktan sonra radyatöre
boşalttı. Şoförün oturduğu yere yaklaşarak;
“Oldu usta!” dedi.
Açık ela gözlerinde yorgun, fakat hiçbir sebeple
kaybolmayacakmış hissini veren keyifli bir ifade vardı. Bu aralık direksiyonun
üzerine kapanarak bir müddet kestirdiği anlaşılan şoför yerinden sıçradı:
“Ha? oldu mu?... Kapağı iyice kapadın mı?” dedi.
Muavinin gözlerindeki neşeli ifade daha canlandı:
“Hepsi tamam usta!”
“Bir daha bak!”
Şoför başını tekrar direksiyona koydu. Muavin radyatör
kapağını bir daha yokladıktan sonra, insafsız bir gülümseme ile;
“Tamam usta, tamam! diye bağırdı.
Şoför kurtuluş olmadığını anlayarak homurdandı ve
başını kaldırdı. Kamyon, efendisinin homurtusunu biraz daha gürültülü bir
şekilde tekrar ettikten sonra yola koyuldu.
Gece ilerledikçe şoförün uyku ile mücadelesi
artıyordu. Ben doğrudan doğruya bir şey söylemeyerek;
“Bu yolda sık sık kaza olur mu?” yolunda kinayelere
başvurdum.
Şoför anlaşılmaz bir cevap verdi, fakat muavinin
yılışık sesi tepemizden duyuldu:
“Her zaman olmaz!...”
O zamana kadar mevcudiyetlerini hiçbir vesile ile
belli etmeyen kadınlardan biri, ince, çatlak bir ses ve temizliğini kaybetmeye
başlamış bir Orta anadolu şivesiyle sordu:
“Geçen gün malmüdürünün karısı nerede öldüydü?”
Muavin:
“Geçtik galiba!” dedi.
Şoför, uykusunun arasında tashih etti:
“Daha gelmedik ulan...”
Merakla sordum:
“Ne oldu? Bir kadın mı öldü?”
Bu suallerle şoförü alakalandırarak
uykusunu açmak istiyordum.
Kesik cümlelerle vakayı anlattı. Arasıra muavin:
“Hayır, öyle değil, şöyleydi!” diye düzeltmeye
kalkıyor ve yolcu kadınların da iştirak ettiği bir münakaşa alevleniyordu.
Şoför:
“Karı zaten sinirlinin biriydi... Başına böyle bir iş
geleceği belliydi!” dedi.
Muavin atıldı:
“Kocası da karıdan yangınmış... Şoförlere: Şunu bir
hendeğe yuvarlayıp beni kurtaramazdınız!” dermiş.
Şoför omuzlarını silkti:
“Onu bilmem... Bir kere alıp Sivas’a götürdüm. O
zaman, tenezzüh kullanıyordum. Yolda kırk defa arabayı durdurdu. Yüz adım
gideriz, bağırır; şoför dur! mantomu çıkaracağım. Şoför dur! pudra çalacağım.
Şoför dur! çok sarsılıyorum, başım döndü; azıcık bekleyelim... Bir daha tövbe
ettim arabama almaya...”
“Canım, kaza nasıl olmuş?” diye söze karıştım. Muavin:
“Kamyonla Sivas’tan dönüyorlarmış.” dedi, “Kocası da
berabermiş. Kamyon bizim Köse’nin arabası... On bir yaşında... Bir gün evvel
yolda sağ tekerleğin rondu fırlamış, telle bağlamışlar... Sivas’ta tamir
ettirmeden yolcu alıp geri dönmüşler...”
“Belediye arabaları muayene etmez mi?” dedim.
Muavin cevap vermedi. Şoför yan gözle beni süzerek:
“Belediye, maaş verecek parası kalmayınca, ceza yazmak
için şoförlere yapışır... Başka zaman rahat bırakır!”
Bir müddet sustuk. Şoför kendisini tekrar yakalamak
isteyen uykudan silkinmeye çalıştı, fakat muvaffak olamadı ve muavin hikayesine
devam etti:
“Karının yine siniri tutmuş. Yolda makineyi
birkaç kere durdurmuş. Galiba işde bir sakatlık olduğu bu sefer fıkraya malum
oluvermiş. Neyse, kocasiyle beraber şoförün yanında oturuyorlarmış. İşte böyle
sizin gibi!”
Arkadaşımın ve benim bu tatsız teşbihten tüylerimiz
ürperdi.
“Karı kapının yanındaymış. Makine ufak bir gürültü
yapsa, aman şoför dur! diye bağırırmış. Bu sefer sahiden arkada bir çatırtı
olmuş ve kadın kapıyı açtığı gibi kendini aşağı atmış..”
“Tekerleklerin altına mı gitmiş?” diye bağırdım.
“Hayır!” dedi, “daha beter... Arka tekerleğin rondu
sahiden fırlamış. Araba yüklü olduğu için bu sefer lastik de patlamış. Karı
makinenin yanında nereye kaçacağını bilmeyip dururken araba sağa kaymış, karıyı
çamurluğuna takıp hendeğe atmış, kendi de üstüne devrilmiş..”
Sonra, hazin olmak isteyen bir ifade ile devam etti:
“Dakikasında gitmiş... Tutacak yeri kalmamış!”
Bir müddet evvel sesi duyulan kadın tekrar söze
karıştı:
“Kocası üstüne ceketini örtmüş de durmadan ağlarmış.
Köylüler diyiverdiler!”
Muavin itiraz etti:
“Yok canım... Ertesi günü herifi parkta gördüm. Kafayı
çekmiş, gülüp duruyordu!...”
Şoför, anlayışlı bir tavırla başını salladı:
“Olsun... Hem ağlar, hem güler... Karı bu... Öldüğüne
ağlarsın, yakanı kurtardığına sevinirsin!”
Uzun zaman hiç birimiz ağzımızı açmadık. Otomobil
çalkalana çalkalana ilerliyordu. Bir aralık karşımızda uzanıp kaybolan
yolun kırk elli adım ilerde kesilip karanlığa karıştığını farkettim. Araba, o
zamana kadar farkına varmadığımız bir süratle bu karanlığa doğru gidiyordu. Bir
anda kendimizi bu karanlığın tam dibine gelmiş bulduk.
“Aman!” diye bağırarak direksiyona sarıldım ve sola
kırdım.
Şoför:
“Ha!” diyerek uykusundan uyandı ve fren yaptı. Sonra:
“Viraja gelmişiz be!” diye homurdandı.
Projektörler kısa otlarla örtülü bir tarlayı ve hemen önümüzdeki
derince bir hendeği aydınlatıyordu. Beyaz tozlariyle parlak ve kirli bir
kordele gibi uzanan şose solumuza doğru kıvrılıp gidiyordu.
Kendimi tutamayarak:
“Kendine gel yahu!... arabayı devirecektin!” diye
bağırdım.
Şoför, kabahatini bildiği için hafif ve özür dileyen
bir sesle:
“Bir şey olmaz!” dedi.
Muavin, o garip bir alay gizleyen sesiyle:
“Devrilmezdik...” dedi. “Ön tekerlekler hendeğe
beraber girerdi. Zınk der dururduk...” Sonra daha keyifli bir sesle ilave etti:
“Yalnız araba sarsılıp arka tekerlekler havaya
kalkınca şeker çuvalları ensenize inerdi!..”
Başımı çevirip ters bakışlarla bu münasebetsize
haddini bildirmek istedim, fakat karanlıktan ve üzeri damgalı birkaç çuvaldan
başka bir şey görmedim.
Bundan sonra uyku, şoför ve makine arasında müthiş bir
mücadele başladı... Zavallı adam üçüncü uykusuz geceyi de yarılamak üzereydi ve
direksiyondaki elleri titriyordu. Birkaç kere kendisini tutup uyandırmak
icabetti. O zaman yalvaran gözlerle yüzümüze bakarak:
“Müsaade edin, şurada durup on dakika uyuyayım...
sonra gideriz!” dedi.
Ben razı oldum. Arkadaşım daha tecrübeliydi:
“Olmaz” dedi. “Bir uyursa yarın öğleden evvel uyanmaz,
zorla uyandırırsak büsbütün sersemler ve başımıza iş açar... Uyutmayız ve
yolumuza gideriz!..”
Makine birdenbire durdu ve şoförün sesi duyuldu:
“Rahmi... makineye su koy!”
Hakikaten kenarda sicim gibi akan bir çeşme vardı.
Gecenin sessizliğine ince ve ürpertici bir şırıltı yayılıyordu. Şoförün başı
direksiyona düşmüş ve hareketsiz kalmıştı.
Aynı şey iki, üç kilometrede bir tekrara başladı.
Adamın uykusuz ve yarı kapalı gözleri yolun sağında veya solundaki en küçük bir
çeşmeyi bile kaçırmıyordu. makine zınk diye duruyor ve o sarhoş ses benzin
kokusuna ve toz bulutlarına karışarak:
“Rahmi...” diye gecenin duvarlarına çarpıyor, akisler
yapıyordu.
Şoför kendisini her uyandırışımızda o yalvaran
bakışlariyle; “Müsaade edin, beş dakika uyuyuvereyim!” cümlesini tekrar
ediyordu.
Bir aralık yine durduk. İki tarafıma dikkatle baktığım
halde çeşme falan göremedim. Buna rağmen mechul bir istikametten gayet hafif
bir su şırıltısı geliyordu.
“Rahmi... makineye su koy!”
“Demin koyduk ya usta!”
“Sus be... yol fena... motör kızıyor!”
Yol birçok şoförlerin; “çok güzel” dedikleri virajsız,
yokuşsuz, sadece çakılları fırlamış bir şose idi ve uykusuz adam iki üç dakika
kestirebilmek için bu basit yalana baş vuracak kadar harap haldeydi.
Rahmi tenekesiyle beraber inip yolun kenarında çeşme
aramaya başladı. Ortada böyle bir şey yoktu. Nihayet sol taraftaki bayırdan ve kuru
otların arasındaki çamurlu bir mecradan aşağıya, şosenin hendeğine süzülen
zavallı bir su akıntısını keşfetti. Kocaman tekneyi buradan doldurmak
imkansızdı, fakat maksadın radyatöre su koymak değil, birkaç dakika durmak
olduğunu anlamışa benzeyen Rahmi, avuçlarını doldurup tenekeye boşalttı,
makinenin etrafında bir takırdadı ve artık kendisini de sarmaya başlayan
bir yorgunlukla, uyuşmuş bacaklarının üzerinde sallanarak o insafsız cümlesini
haykırdı:
“Tamam usta!..”
Şoför bu sefer uyanacağa benzemiyordu. Kasketinin
altından fırlayan, tozdan bembeyaz olmuş saçları direksiyonun üzerine
serilmişti. Kafasına odun yemiş biri gibi, tamamiyle kendinden geçmiş
bulunuyordu. Muavin tekrar etti:
Hadi usta, tamam!”
Bunun da fayda etmediğini görünce ben işe karıştım,
şoförü dürttüm:
“Hadi bakalım... uyan... az kaldı!”
Ne kadar kaldığını kendim de bilmiyor, sadece
zavallıya biraz gayret vermek istiyordum.
Şoförün başı kalktı:
“Gidemeyeceğim beyim!” dedi ve tekrar önüne düştü.
Arkadaşıma baktım. Yüzünde hiç insaf yoktu. Sert bir
sesle;
“Gidemeyeceğim olmaz... Kalk, yüzüne biraz su vur,
açılırsın!”
Şoför kımıldadı, yanındaki kapıyı açtı. Uykunun, her
uzvuna nasıl ağır taşlar halinde çöktüğü bütün hareketlerinde görülüyordu.
Ayakları mevcut olmayan taşlara takılarak hendeğin kenarına kadar sendeledi.
Orada biraz durdu. Karşısındaki suya kadar gitmek kendisine herhalde pek mühim
ve güç bir yolculuk gibi görünüyordu. Nihayet yavaşça olduğu yere çöktü eliyle
bize doğru bir işaret yaparak;
“Müsaade buyurun beyim... beş dakika uyuyayım!” dedi
ve oraya, tozların içine boylu boyuna uzandı.
Çaresizlik içinde arkadaşımla birbirimize bakıştık.
Beş dakika, on dakika, yirmi dakika bekledik. Rahmi tenekesini yerine koyup
çuvalların üstüne çıkmıştı. Ne onun, ne yolcu kadınların sesi duyulmuyordu.
Sadece kuru otların ve çamurların arasından süzülüp hendeğe akan ve orada,
kireçli topraklardan bozkırın kuru bağrına sızan suyun mırıltısı vardı. Ne
kadar süreceğini bilemediğimiz bu bekleyişten bizi karşı tepelerden birdenbire
beliren iki projektörle bir motor gürültüsü kurtardı.
Daldığı uykudan top seslerinin bile uyandıramayacağı
sanılan şoför hemen yerinden fırladı, gözlerini uğuşturarak yerine geçip
oturdu. Hayretle sordum:
“Ne oldu?”
“Makineyi kenara alayım, karşıdan araba geliyor!”
“Nasıl farkına vardın?”
“Dünya yıkılsa haberim olmaz ama, motorun sesini
cenazem bile duyar!”
Projektörleri görünen araba bizi müthiş bir toz bulutu
içinde bırakarak yanımızdan geçip gitti. Yolumuza devam ediyorduk. Yuttuğumuz
benzin buharı ile toz bizi de sersem etmişti. İki saat sürdüğü söylenen yolu,
altı saatten beri bitiremiyorduk. Vakit gece yarısını geçmişti. Uyumaktan ve
böylece şoförü başıboş bırakmaktan korkuyorduk.
Oldukça dik bir yokuşu çıkıp bir müddet ilerledikten
sonra şoförün dalmak üzere olduğu uykudan silkinip gözlerini oğuşturduğunu
farkettim. İleri doğru bakıyordu, ben de gözlerimi kısarak baktım, tozlu camdan
başka bir şey göremedim.
Araba tekrar durmuştu. Eskisinden daha harap, ancak
duyulabilir bir sesle şoför;
“Rahmi!” dedi.
Arkadaşım elini sırtımdan uzatarak şoförü dürttü;
“Bırak... bu çeşmenin suyu yoktur, boşuna oğlanı
indirme...”
Sonra bana döndü:
“Haydi, Sivas göründü. Başımıza bir iş gelmeden inip
yayan gidelim!”
Kapıyı açtı, aşağıya atladık. Projektörün ışığında
cebimden bir lira çıkardım. Bu sırada tekrar önüne kapanmış bulunan şoföre:
“Al paranı!” dedim.
Ses yoktu. Dürttüm:
“Alsana yahu... Parayı vermeden giderim ha!”
Başını zahmetle kaldıran şoförün üzerinde bu tehdit
hiç bir tesir göstermişe benzemiyordu. Yüzlerce kiloluk bir ağırlık taşıyormuş
gibi aşağıya çekilen elini uzatarak:
“Siz sağ olun beyim!” dedi.
Başını tekrar direksiyona yerleştirirken avucundaki
yeşil banknotun ayaklarının ucuna düştüğünü gördüm. Yavaşça kapıyı kapadım.
Kamyonun arka tarafına dolanarak şeker çuvallarının
üzerindeki karanlığa baktım. Birisini uyandırmaktan korkuyormuş gibi hafif bir
sesle:
“Rahmi!” dedim.
Cevap veren olmadı. Ortalıkta en ufak bir hareket ve
ses yoktu. Otomobil, taşıdığı canlı mahluklar, şeker dolu çuvallar ve her
tarafına yapışan tozlarla birlikte derin bir uykuya dalmıştı. Yalnız soğumakta
olan motordan, yapraklar üzerinde dolaşan böceklerin ayak sesine benzeyen
çatırtılar yayılıyordu. Projektörlerin ışığı, yolun üzerine dağılmış gibi duran
taş parçalarına boylarının iki, üç misli gölgeler veriyor ve kesik kesik nefes
alıyormuş gibi titriyordu. Arkadaşımla kolkola girerek uzaktan tek tük
pırıltıları görünen şehrin yolunu tutunca bu ışık sırtımıza yapıştı, gölgemizi
uçsuz bucaksız karanlıklara kadar uzattı ve biz ensemizde hissettiğimiz bu
yapışkan elden kurtulmak için adımlarımızı hızlandırdık.
Selam (Sabahattin Ali)
Yatağın
içinde dönerek güneşin yüzüme vurmayacağı bir köşeye kaçtım. Faydasız! Birkaç
dakika sonra keskin bir ışık beni olduğum yerde buluyor ve yüzümü, ensemi
yapışkan bir tere boğuyordu. Bu sırada yattığım otelin altındaki kahvenin
gramofonu da uykuya devam yolundaki son irademi kırdı. Boğuk sesli bir hânende
avaz avaz:
Gözlerine sürme çek,
Kına yak parmağına!
diye bağırıyordu.
Kalktım, giyindim ve beni bu küçük kasabada alıkoyan
serseriliğe için için güldüm.
Bursa’da bir ahbabı görmek ve bir müddet edebiyattan
başka mevzularda konuşmak için yola çıkmıştım. Yalova’da oldukça rahat bir
kamyona yerleşmiş ve bir sürü tehlikeli ve güzel kıvrımlardan sonra orhangazi
“namı diğer Pazarköy”e gelmiştim. Bu küçük kasabaya inerken uzaktan gördüğüm
İznik gölü beni garip bir cazibe ile kendine çekti. Hiç sebep yokken otobüsü kaçırdım
ve burada kaldım. Muayyen kaide ve mantıklara tabi olarak geçen hayatımda bu
güya mühim bir kahramanlıktı.
Fakat, menfaatlerin, ince hesapların emir kulu
olmaktan kurtulmanın ve aklıma eseni yapıvermenin verdiği rahatlık ve gururun
ömrü uzun sürmedi. Daha uğrunda yolumdan kaldığım İznik gölüne giderken canım
sıkılmaya başladı. Göle yaklaşınca yolu şaşırarak sazlıklar, bataklıklar
arasında kayboldum. Güç hal ile ulaştığım sahil de bana fevkalade bir manzara
arzetmedi. Her büyük su kıyısı gibi bir miktar kum, bir miktar çakıl ve
rüzgarın şiddetine göre dalgalanan manasız bir satıh! Yegane yenilik, bu suyun
tuzsuz olduğunu bilmekten ibaretti.
Tekrar yolu kaybetmekten korkarak acele kasabaya
döndüm. Ortalık kararmış, birkaç dükkanda sönük petrol lambaları ve konduğum
otelin altındaki kıraathanede, ziyası yükselip alçalan bir lüküs yakılmıştı.
Önünden geçtiğim bir aşçı dükkanının camekanı iştahımı kapamaya kafi
geldiği için kahveye oturup bir çay ısmarladım ve bir miktar peynirle biraz
üzüm getirttim. Bu sırada kendi kendime:
“Bende sahiden akıl yok...” diyordum. “Uzaktan erimiş
kurşun gibi parladığını gördüğüm bu su beni yolumdan alıkoyuyor. Düşünmüyorum
ki, o su, ancak uzaktan çok güzeldir. Onunla yakından temas etmek, bir sürü
küçük fakat yekunu büyük münasebetsizliklere katlanmaya mecbur olmak
demektir. Yaşım otuzu geçti. Bu manasız heveslere oyuncak olmanın bir macera
telakki edileceği yaş değildir. Küçük şeyler için büyük fedakarlıklarda
bulunmayı kabadayılık telakki edecek değilim ya?”
Gece ilerledikçe canımın sıkıntısı daha çok artıyordu.
İçimde, bir alışverişte aldatılmış olmanın ezgisi vardı. Mermer masaların
üzerinde, yıpranmış bir halde, o günün gazeteleri yatıyordu. Sabahtan beri
iskelede, vapurda, Yalova’da, hatta otobüste evirip çevirerek gözden geçirdiğim
sahifeleri bir kere daha karıştırdım. Uzak köşelerden birinde kağıt oynayan üç
memura gözlerimi dikerek yüzlerinden karakterlerini okumaya ve hiç olmazsa bu
şekilde istifadeli bir iş yapmaya çalıştım. Fakat yaptığım işin onların
ruhlarını okumak değil, kendi basit muhayyilemin uydurduğu şeyleri o şahıslara
yamamak olduğunu pek çabuk farkettim. Kalkıp odama çıktım.
Sabahleyin beni uyandıran güneş, daha evvel
bütün odayı dolaşmış ve her köşeyi ayrı ayrı kızdırmışa benziyordu. Derhal
yataktan atlayarak giyindim. Çantamı kapattım ve sokağa fırladım. Ortalıkta,
zaman zaman esen rüzgarın kaldırdığı tozlardan başka hareket yoktu. Yıkık bir
caminin nasılsa ayakta kalmış olan bir minaresi duvarlar üzerinde çıkan bir
yabani incir ağaciyle sarmaş dolaştı. Bir eskici, örsünün üstünde uyukluyor,
yan sokaklardan birinde iki çocuk, pis bir su yolunun önünde topraktan bentler
yaparak oynuyordu. Kahvenin gramofonunda, zavallı bir kadının sesi;
“Çıkmam Allah etmesin meyhaneden..”
diye yırtınıyordu. Bursa’ya geçecek otobüslerin
gelmesine daha bir saatten fazla vakit vardı... ve ben, ruhu olmayan bu
kasabadan kaçmak için can atıyordum.
Bu sırada karşıma çıkan bir berber dükkanı, istemeden
elimi yanaklarımda dolaştırdı. Epeyce sakallı idim. İstanbul’dan gelecek olan zarif
otobüs yolcularının arasına bu kılıkla binmek istemezdim. Benim buradan değil,
kendilerinden olduğumu bir bakışta anlamalıydılar. Otele tekrar girip çantamı
açmak, sıcak su isteyip tıraş olmak, sonra takımları yıkayıp yerleştirmek bana
o kadar güç geldi ki istemeye istemeye bu dükkana yöneldim.
Berber:
“Buyurun” dedi ve fazla iltifat etmeden bir çekmeceden
peşkir çıkarmaya, bir musluktan sıcak su almaya koyuldu.
Önümdeki uzun mermer masanın üzerinde, sinek
pislemesine engel olmak için pudra ile damgalanmış yaldızlı çerçeveli büyük bir
ayna vardı. Aynanın camı üzerinde istedikleri gibi faaliyet göstermelerine
müsaade edilmeyen sinekler bu yaldızlı çerçeveye o nisbette fazla kıymışlardı.
Aynanın önünde ve masanın mermeri üzerinde, aynı şekilde sineklerin taarruzuna
uğramış, çoban kolonyası şişeleri ve üzerlerinde Almanya imparatoru palabıyıklı
Wilhelm ile melaike yüzlü karısının resimleri bulunan iri pudra kutuları
duruyordu. Duvarlarda, mahut sineklerin tahribinden kurtulamamış renkli
resimler vardı. Bunlar, yeldeğirmenleri ve kanallariyle bir Hollanda ovasını,
mağmum* yüzlü ve ağır yürüyüşlü ziyaretçileriyle bir orman kilisesini ve
general Trikopis’in kılıcını teslim edişini gösteriyorlardı.
Berber kır saçlı, hafif çiçekbozuğu, seyrek
bıyıklarının arasından temiz dişleri görünen kırk, kırk beş yaşlarında
uzun boylu ve zayıf bir adamdı. Uzun boynunu ikide birde sağa sola büküyor,
daima bir şeye hayret ediyormuş gibi kaşlarını kalkık tutuyordu. Bu yüzden alnı
hep buruşuk duruyor ve çehresi daima mühim meseleleri düşünüp halleden bir
devlet adamı ifadesi alıyordu.
Önüne oturup yüzümü ellerine bıraktım. İki avucunun
bütün genişliğiyle yanaklarımı ovalamaya başlamıştı ki, dükkanın kapısı önünde
dokuz yaşlarında bir kız çocuğu peyda oldu.
Kapının eşiğine gelip sırtını duvara dayadığını ve
hiçbir şey söylemeden beklediğini pudralı aynada görmüştüm. Sarı saçlı başını
önüne eğmişti. Ayağındaki nalınların kayışından, biraz kirli, fakat muntazam
parmaklar çıkıyordu.
Berber masanın çekmecelerinden birini açarak içinden
bir miktar para aldı ve çocuğa verdi.
“Al kızım, Feride, kardeşlerin nasıl? Validen iyi mi?”
dedi.
Kız bütün bu suallere evet makamında başını sallayarak
cevap verdi ve hemen uzaklaştı; berber işine devam etti.
Ben merak etmeye başlamıştım. Evvela kendi kızı
zannettiğim bu çocuğun çekingen ve durgun hali bana garip geldi. Berberin tavrı
sormaya cesaret vermediği için muhtelif ihtimalleri düşünerek kendim bir
neticeye varmak istiyordum. Evvela; Herhalde kendi çocuğu, fakat karısından ayrılmış
olacak! dedim. Sonra akrabası olması ihtimalini hatırladım. Nihayet düşünmekten
vazgeçtim.
Fakat pek az sonra kızın, başı önünde, sessiz
bekleyişi tekrar kafamda canlanıyor ve beni rahat bırakmıyordu.
Usturayı yüzümden uzaklaştırdığı bir sırada;
“Kızın mıydı?” diye soruverdim.
“Hayır!”
Sükut.
Berber yüzüme yetişmek için adamakıllı eğiliyor ve
uzun kollariyle havada büyük hareketler yapıyordu. Yüzümü yıkamak için pirinç
leğeni sıcak suyla doldurmaya gitti. Sırtına doğru tekrar sordum:
“Dilenciye benzemiyordu!”
Çocuğa verdiği paranın, bir dilenciye verilen cinsten
olmadığını, otuz kırk kuruşa yakın bulunduğunu görmüştüm.
Leğeni getirip gırtlağıma dayarken;
“Dilenci değil!” dedi.
Bir çekmeceden bir havlu çıkararak yüzümü kurulamaya
başladı.
İşini bitirip bana saatler olsun” dedikten sonra:
“Bizim berber Yusuf’un kızıydı o!” diye ilave etti.
Bunu söylerken kaşlarını kaldırdığı için berber
Yusuf’un mühim bir adam olduğuna hükmettim.
“Kim bu berber Yusuf?”
Karşı tarafta, kepenkleri kapalı küçük bir dükkan
gösterdi:
“Şurada dükkanı vardı!”
“Ne oldu?”
“Sorma!”
Cevap verirken işine devam ediyor, havluları
devşiriyor, leğenin suyunu köşedeki bir gaz tenekesine boşaltıyordu.
Pek hakiki olmayan bir merakla ve cansıkıcı bir hikaye
dinlemekten korkarak:
“Öldü mü” dedim, “Bu berber Yusuf?
“Yok canım, aldı başını gitti!”
Ev kavgası, komşu kavgası, tarla kavgası... Bir sürü
ihtimal kafamdan geçti ve “Eyvah!” dedim. “Hikaye galiba zannettiğimden daha
manasız!”
Elimi cebime atarak para vermeye ve çıkmaya
hazırlandım. Berber:
“Otobüslere daha vakit var. Otur da sana şu Yusuf’un
meselesini anlatayım. Allah insanın aklını başından almasın yoksa!” dedi.
Adeta emreder gibi söylemişti ve yüzünün hakim tavrı,
alnının buruşukları beni itaate sevketti. Otobüs beklediğimi nereden bildiğine
de ayrıca hayret ettim.
“Kık yaşında adamın aklı başında oturmazsa işte böyle
olur” diye başladı. “Üç çocuğunu da gözü görmedi, gül gibi ailesini de gözü
görmedi, yirmi beş senedir ekmek yediği dükkanın kapısını çekti gitti.”
Sözlerinin beni pek fazla meraklandırmadığını görünce
biraz canı sıkılmış gibi devam etti:
“Aşağı yukarı bu zanaata beraber başladık. İkimiz de
çıraklığımızı Bursa’da yaptık. Elimiz usturaya, makasa yatınca gelip burda
birer dükkan açtık. Hamdolsun, geçinip gidiyorduk. memleketi gavur aldı,
kasabayı yaktı, biz kaçtık, şurda burda süründük, yine geldik, işimize
başladık. Hepsi bir varmış bir yokmuş. İyi gün de, kötü günde düş gibi geçip
gidiyor. Ben evlenmedim, kısmet değilmiş. Artık hovardalık yapacak halimiz de
kalmadı. Yusuf evlendi. Şurdan, Büyükköyden bir Çerkes kızı aldı. Üç tane de
çocuğu oldu.”
Karşımda bir iskemleye oturup bacaklarını birbirinin
üzerine atmış ve sonra düğüm yapar gibi dolaştırmıştı. “Büyük kızını gördün:
Tam anası... Ötekiler oğlan. Allah bağışlasın. Kıymetini bilen için dünyaya
bedel... Ve lakin, bizim Yusuf’un aklı yerinden gitmeye bahane ararmış. Hiç de
umulmazdı. İşinden gücünden başka şeye baktığı yoktu. Baksa da ne
görecek? Dün akşamdan beri sen buradasın, bakındın bakındın da ne gördün? İşte
efendim, böylece geçip gidiyorduk. Derken iki üç ay evvel buraya bir kumpanya
geldi. Kahvenin camlarını kara perdelerle örtüp orada oyunlar vermeye başladı.
Bizim gibi adamın orada ne işi var? Yalnız kızlar iki üç günde bir gelip
saçlarına maşa vurdururlardı. Allah bereket versin, beş on kuruşları nasip
olurdu. Günün birinde baktım, kızlardan biri işini bitirince çekip gideceğine
Yusuf’un dükkanında oturup yarenlik ediyor. Allah Allah! dedim. Yusuf’un da
konuşacak lafı olur mu? Kız da ona söyleyecek ne bulur? Benim gibi biri...
Üstelik tepesinde saçı da kalmamış. Bir gün, iki gün, kız öğlen demiyor, akşam
demiyor, Yusuf’la oturup bakışıyor. Bir gün ne göreyim, Yusuf evden sazını
getirmiş. Güzel çalardı ha, delikanlılığımızda az mı ahenkler yapmıştık
hovardalıkta az mı saz paralamıştık. Ama senelerden beri eline aldığı
yoktu. Dediğim gibi, bir gün dükkana getirmiş, tıngırdatmaya başladı. Bir gün,
iki gün, arkası gelmez. baktım kız da yavaş sesle okuyor. Ahenk yolunda. Burada
ne müşteri olacak? Akşama sabaha birkaç memur, pazardan pazara birkaç köylü...
İş yok, vakit çok. İnsan bundan azarmış zaten. Bir gün Yusuf’u çektim yanıma.
Ülen, dedim ne olacak senin halin? Ne var ki? dedi. Daha ne olsun?... Güpegündüz
koynuna alacak değilsin ya? Halinden utan! Yusuf bir kızardı. Aman, emmi oğlu,
ağzına aldığın lafa bak. Şart olsun eli elime değmedi. Yarenliğimden hoşlanıyor
herhalde... Bir iki de köy deyişi çalıyorum, gülüp: Sağol Yusuf ağa! diyor. O
kadar... Böyleleri bize bakar mı?... Ama bunu derken içi de kan ağlıyordu.
Neyse ki umudu yoktu. Arasıra kız dükkana uğramayıverirdi. Hani gece oyundan
sonra efendiler ahenge götürürlerdi de sabaha kadar kızlara içirip
oynatırlardı, ondan. Böyle zamanlarda Yusuf’un hali pek perişan olurdu. Melil
melil önüne bakar, sazına dokunur, müşteriye itibar etmezdi. Birinin yüzünü
kesiverecek de başına dert alacak diye korkardım. Arada benim dükkana bir
uğrardı. Ne haber senin avrattan deyince: Bırak şu kahpeyi! diye celallanır, amma
akşama doğru kız gelince sazını kucağına alıp boynunu büke büke çalardı. Her
hallerini görürdüm; dükkanı ayna gibi karşımda... Yusuf yavru kuzu gibi karıya
baktıkça domuzun kızı da sırıtıp oynaşırdı. Ama Yusuf’un dediğine bakılırsa pek
halden anlarmış. Onun babası da berbermiş. Altı aynalı dükkanı varmış. Sekiz
kardeş oldukları için bunlara bakmazmış. Kız da ekmeğini bu yolda aramış. Nasip
buymuş.
“İlle günün birinde işler bozuluverdi. Bizim deli
Yusuf bir akşam duramamış, kafayı çektiği gibi tiyatroya dayanmış. Geçmiş en
öne kasılmış. Karı onu orada görünce bir şaşırmış. Sonra gözünün ucuyla bir
selam çakmış. Yusuf kendini tutamayıp Aaaaah! diye bir bağırmış. Kız bunun
üzerine şöyle bir daha başka türlü göz atmış. Yusuf büsbütün kendini kaptırıp,
‘Kurban olayım!’ diye çağırmış. Kaymakam köşeden işaret edince Yusuf’un
kolundan tutup dışarı atmışlar.
“O günden sonra kız bir daha Yusuf’un dükkanına
gelmedi. Herhalde rezillikten korktu. Kart adamın sevdalısı tatsız olur,
yapıştıkça yapışır. Öyle ya!.. Zaten çok da kalmadılar, üç beş gün sonra çekip
Bursa’ya gittiler. Yusuf o geceden sonra kendini bıraktı, adamakıllı zebun
oldu. Halinden korkmaya başladım. Kızı para istemeye dükkanın kapısına gelince
bir bağırır, yedi mahalleye duyururdu. Kızcağız da, hani şu az evvel buraya
gelen, gözünü silip eve kaçardı. Ama çok sürmedi. Beş on günde Yusuf kendine
gelir gibi oldu. Bir gün dükkana uğradı; Bizdeki de akıl mı ya? dedi, öyleleri
bize bakar mı? Gönül eğledi gitti.. Yalnız dilleri pek hoştu. Dargın kaldığıma
yanarım! dedi. Durdu, durdu: Kim bilir şimdi nerededir, kimlere tatlı dil
döküyordur? diye içini çekti. Yusuf, aklını başına topla, evine, ailene
mukayyet ol, dedim. allah bilir ya, yürekten söylemedim. Biz de gönül hali
nedir biliriz. Sevdalıya pend* vermesi kolaydır. Gel de sevdayı çekene sor. Ama
dediğim gibi, Yusuf kendini çabuk topladı. Çoluğuna çocuğuna bağırmaz oldu.
Kızın lafını etmedi. Bir gün baktım, sazını da evine götürmüş.
“Eh, artık bu da geçti diyordum. Bir gün Yusuf’la
benim dükkanda oturup konuşuyorduk. Bana bak Yusuf, dedim, insan hali işte
böyle. On beş günlük ömrü on beş seneye sığdıramazsın da, on beş senelik ömrü
on beş günde yaşayıverirsin! Aldırma, Allah ömür verir de sakalımız ağarır,
belimiz bükülürse karşı karşıya oturur, bugünleri anıp söyleşiriz. İnsanın iyi
günü de kötü günü de geçer, elverir ki bugünlerden anacak bir şey kalsın! Yusuf
başını sallar, içini çekerdi. Lakin gönlünün derdi kalmamıştı, her halinden
belliydi. İşte o sırada içeri bizim Kara Hakkı girdi. Hoş geldin, Hakkı, işler
nasıl? dedim. Ortalarda görünmedin, deliğe girdin sandık... Kara Hakkı pek
köyde durmaz, Bursa, Balıkesir, İzmir’e kadar dolaşır keyif satardı. Senin
anlayacağın esrar götürürdü. Bizim buranın kendirinden çok ala esrar çıkar ha!
Hakkı; Aleykümselam dedi. Yusuf’u görünce; Aman üstümde kalmasın, Yusuf ağa,
sana selam getirdim! dedi. Yusuf bir sarardı. İçine doğmuş garibin.. Kimden?
dedi. Hakkı güldü. Malın gözü imişsin ya, Yusuf ağa, hiç senden ummazdım. hiç
de fena karı değil! dedi. Sonra anlattı. Balıkesir’den gelirken susurlukta bir
handa kahve içiyorlarmış. Bursa’dan Balıkesir’e giden bir kumpanyaya
raslamışlar. Şundan bundan konuşurlarken Hakı’nın Orhangazi’li olduğunu, şimdi
de oraya gitiğini duyan bir karı: aman, orda berber Yusuf vardır, tanır mısın? demiş.
Hakkı, Yusuf’u kim bilmez? deyince, Yusuf’a benden çok selam et! demiş. Adını
da söylemeyip, sen selamımı diyiver, o bilir! demiş. Hakkı işin alayında, hem
anlatıyor, hem gülüyordu. İkide bir Yusuf’un dizine vurup: Yaman adammışsın
Yusuf Ağa, karı durdu durdu sana selam etti. Kamyona binip tozun toprağın
içinde kaçarken bile kafasını camdan uzatıp: Aman Yusuf’a selamımı unutma! diye
bağırdı, diyordu.
“Yusuf sesini çıkarmadı. Ben Hakkı’nın tıraşını
bitirinceye kadar bir yeryüzüne, bir gökyüzüne bakıp oturdu. Hakkı’nın
arkasından, bir söz bile demeden çıktı, dükkanına gidip kepenkleri indirdi,
kapıyı kilitledi. Tekrar benim dükkanıma geldi. Anahtarı uzatıp: Al Emmioğlu,
bu sende kalsın. Selamımı aldım, gayri buralarda duramam. Herhalde onu
bulmalıyım! dedi. Aman Yusuf, etme Yusuf! demeye vakit kalmadan çekti giti.
İşte o gidiş.”
Birbirine doladığı uzun ve ince bacaklarını açtı, bana
doğru uzattı. Kocaman ve ökçeleri basık ayakkaplarının burnu adeta diz
kapaklarıma kadar geliyordu. Düşünceli bir tavırla başını sallayarak:
“Çoluğu çocuğu ortada kaldı” dedi. “Bu kadar sene
karşı-be-karşı esnaflık ettik. Aynı zanaatin ekmeğini yedik. Onlara bakmak bize
düştü artık!”
Sonra, gözlerini karşı dükkana dikti. Biraz düşündü.
Hakikatleri olduğu gibi görmekten ve söylemekten hiçbir korkusu olmayan
insanlara mahsus bir açıklıkla ilave etti:
“Hem Yusuf dükkanını kapatıp gidince onun müşterisi de
bana kaldı. Çocuklarının nasibi bana devroldu. Onların nafakası boynumuza
borçtur.”
Söyleyecek bir söz bulamayarak etrafıma bakındım.
Otelin önünden gelen motör sesleri otobüslerin geçmeye başladığını haber
veriyordu. Acele tıraş parasını vererek sokağa fırladım. İçimde tuhaf bir
utanma vardı. Güzel bir manzara için bir günlük itiyadımı değiştirmek, bir
gecelik rahatımı feda etmek, bana kaybedilmiş bir alış-veriş gibi gelirken, bir
kuru selamın arkasından başını alıp giden Yusuf’u ve onun, içinde kim bilir ne
dünyalar yaşayan, saçsız başını düşünüyordum.
Dört elle sarıldığımız birçok kıymetlerin; sahici bir
insan gibi kalbimiz ve kafamızla yaşamayı uğrunda feda da ettiğimiz binlerce
sözde mühim şeylerin ne kadar kolay fırlatılıp atılabileceğini bana öğreten
Yusuf! Benden de sana selam olsun...
1940
Yeni Şoför (Orhan Kemal)
Sekiz ton
tüccar eşyası yüklü koca kamyon, kel dağlar arasında keyifli bir homurtuyla yol
almakta. Genç, dinç, pırıl pırıl. Yağlı süpaplar neşeyle inip çıkıyor, ekzozda
en ufak bir tıkanıklık yok. Simsiyah asfaltın üzerinde yeni lastikler neşeli
bir türkü tutturmuş. Henüz akşama vakit var. Bununla beraber, hava serin.
Kamyon sahibi de kamyonda, şoförün yanında
oturmaktadır. Otuzluk, esmer, iri burunlu, son derece şık. Tombul elinin
parmaklarında kıymetli yüzükler. Boyuna esniyor. Gözkapakları şiş şiş.
Gözlerinin akı kanlı. Öyle uykusu var ki... Gece, barda sabaha kadar
eğlenmekten gelen müthiş bir yorgunluk içinde. Ne olursa olsun, iyi bir gece
geçirmişti. Kadının yeni düştüğü her halinden belliydi. Kaynakçı İhsan,
“Numaradır. Bunların yalnız Allah bir dediğine inanacaksın!” demişti ama, gene
de yeni düştüğüne inanmak isteyen tarafı ağır basıyor. Hem canım, yeni düşmüş,
eski düşmüş ona ne? Ne zaman düşerse düşsün. Kocasının yüksek biri olup
olmadığı da ilgilendirmez. Güzel bir gece geçirmişti ya...
Az sonra asfalt yol yerini toprak, berbat bir yola
bıraktı, yeni lastiklerin keyifli türküsü kayboldu.
Genç patron tekrar esnedi.
Tam bu sırada kamyon derince bir çukuru hızla geçerek,
ta civatalarından sarsıldı.
Patronun aklı gitti;
– Biraz dikkatli ol!
Şoför yirmi beşlik, güçlü kuvvetli, hırslı bir şey.
Kıvırcık, siyah saçları fırça kılı gibi sert ve isyankar. Çatık kaşlarıyle
susmakta.
Şoför muavini, ön sol çamurluğa ustaca çömelmiş, arada
gözalıcı pırıltılarla yanlarından yağ gibi akıp giden taksilere hayranlıkla
bakıp iç çekiyor, sonra da sigarasından aldığı ağız dolusu dumanı taksinin
arkasından kinle üflüyor, “Kancık anasına” sövüyor, “Babam gibi bir zırtapoza
varacağına, halli vakitli birine varamaz mıydın?” diye geçiriyor, sonra her
şeyi unutuyor, kel dağlara, uzak köylere filan can sıkıntısıyle bakıp, susuyor.
Kamyon yeni bir çukuru hızla geçip sarsılınca, patron
tekrar,
– Evladım, dikkat et diyoruz sana!
Şoför homurdandı;
– Ben senin evladın değilim!
– Sözün gelişi...
– Sözün gelişi melişi yok. Ağzından çıkanı kulağın
duysun!
Patron, şoförünün asık yüzüne, çatık kaşlarına ilk
defa dikkat etti. Peki ama ne demek istiyordu? Onunla her zaman evladım diye
konuşurdu, kızmazdı. Bugün niye kızıyor?
Şoför “Kenef!” diye geçirmişti, “Evladımmış. Sen bana
evladım diyecek adam mısın?”
Yeni bir çukur ve her zamandan çok sarsılan kamyon.
– Dikkat etsene direksiyona yahu!
– Elimden bu kadar geliyor. Beğenmiyorsan...
– Evet?
– Kendin geç otur!
Patron hayretler içinde.
– Yaa!
– Evet.
– Bunu bana İstanbul’da niçin söylemedin?
– Burda icap ettirdin de onun için.
– Dilinin altında bir şeyler var senin...
Var, dilinin altında bir şeyler olduğu gerçek. Koca
İstanbul’da yetmiş beş kuruşla bırakıp gitti, sırt sırta üç gün, geceli
gündüzlü üç koca gün gitti. Barlarda, gazinolarda, karılarla... Düşünmedi, aç
mı, canı rakı ister mi, karı dalgası... Düşünmedi. Düşünmediği için de...
Beri yanda patron,
“Peki ama, diye geçiyordu, yükü boşalttıktan sonra
kamyonu garaja çekti. Üç gün, üç koca gün elini kolunu sallıya sallıya gezdi,
dolaştı, eğlendi. Çalım etmiye ne hakkı var? On beş günlük alacağını da peşin
vermiştim. Bugün ayın dokuzu, daha altı gün var aldığını ödeşmiye!”
Kamyonun yeni bir alaborası.
Çamurluktaki muavin az kalsın yuvarlanacaktı.
Patron sadece baktı, sert bir bakış.
Şoför,
– Ne o?- dedi.
– Bir şey yok.
– Bir şey yoksa ne bakıyorsun? Karışmam sonra!
– Noolur?
– Ne mi olur?
Kamyonu yolun kenarına çekerek durdurdu, atladı.
– Daha iyisini bul da kamyonunu kullansın!
Yürüdü gitti.
Patron, bir anlık şaşkınlıktan sonra, peşi sıra
koştu.
– Nereye gidiyorsun?
– Bırak kolumu be!
– Nereye gidiyorsun kamyonu bırakıp?
– Canım nereye isterse...
– Kamyonu yazının yüzünde bırakamazsın!
– Bıraktım bile.
– Bırakamazsın.
– Bıraktım bile işte.
– Bırakamazsın diyorum sana1
– Bırak kolumu be, bırakamazmışım... Bıraktım işte, elinden
geleni geri koma!
Tekrar yolu tuttu.
Patron arkasından bakakaldı. Gidiyordu, gerçekten de
gidiyordu. Epeyce yürüdükten sonra, bir dönemeçte kayboldu. Peki ama, nereye
gidecekti? Memleket çok uzaklardaydı. Herhalde bir taksi veya bir kamyon
bulur, atlar... Peki, sekiz ton eşya yüklü kamyon ne olacaktı? Koca kamyon...
(Etrafa korkuyla baktı.) Ortalık ıssız. Ya uğursuz biri çıkar da... Halbuki
aksilik etmese, bu gece, bir de yarın akşama kadar... Geç vakit memlekete
varırlardı. Şöyle böyle yedi sekiz yüz lira kârı olacaktı.
Muavin usullacık sokulmuştu.
Döndü.
– Gitti... - dedi.
– Gitti beyim.
– Niçin gitti?
– Bilmem ama..
– Evet?
– Herhalde parasızdı da ondan...
– Bir hafta önce on beş günlüğünü peşin vermiştim.
– Evet ama, parasızdı. Yetmiş beş kuruş vardı cebinde,
bende de o kadar. Para çok lazımdı herhalde, sizi de bulamadı, hiç uğramadınız.
– On beş günlüğünü peşin vermiştim.
– Orası öyle, lakin, delikanlı adam, canı rakı ister,
kadın ister. Koca İstanbul’da yetmiş beş kuruşla...
– Buna mı içerledi?
– Bilmem ama, herhalde..
– Peki, gitti mi yani şimdi?
– Gitti bey.
Patron için çekti.
– İstedi de vermedik mi? Adam söylemez mi? Karanlıkta
göz kırptığını ne bileydim?
Muavine döndü:
– Sen kullanamaz mısın şunu?
– Kullanamam bey.
– Demek bizi böyle bırakıp...
– Gitti bey!
...
Şoför gitmemişti. Dağın dönemecini kıvrılıp, yol
kenarındaki bir ağacın altına uzanmış, dirsek keyfi yapmaktaydı.
Güneş kel dağlar gerisine çekilmiş, ortalık sarıya
boyanmıştı.
Mecburdu eline ayağına düşmeye mecburdu patron. Her
zaman bu haltı işliyor, koca şehirde onu kamyonuyle başbaşa bırakıp gidiyordu.
Rakı istiyordu canı, kadın istiyordu. Patronun bunları düşünmeye mecburluğu
yoksa, o da böyle yapardı işte. Babasının oğlu değildi ya. Yallah deyince yedi
sekiz yüz lirayı bir seferde kazanıyordu.
Az sonra, tahmin ettiği gibi, muavin gülerek geldi.
– Ne haber?
Muavin,
– Sağlık... -dedi-. Kalk!
– Ne var?
– Seni patron istiyor.
– Boşver.
– Uzatma da kalk.
– İyi ama... Boşu boşuna mı?
– Yok canım. Ben anlattım, dedim böyle böyle.
Dinledi,. Sonunda, çağır gelsin, dedi.
– Ne bildi burda olduğumu?
Muavin şaşaladı.
– Sen mi söyledin yoksa?
– Yok canım.
– Ne bildi öyleyse?
Muavin yutkundu.
Şoför,
– Boktan adamsın... -dedi-. Manzarayı çaktırdın
nihayet. Peki nolacak şimdi?
–Hiç. İsteğin parayı verecek.
– Maaşımı da artıracak mı?
– Artıracak.
– Avans?
– Verecek. Ama, sen de bizi kollarsın gayri...
– Tabi yahu, ben yalnız kendi nefsini düşünenlerden
değilim oğlum...
...
Patron çıkardı otuz lira verdi.
Şoför parayı aldı, direksiyona geçti, araba yürüdü.
muavin kamyonun tepesine yan gelmişti. Hızlı bir akşam inmekte, karanlıklar
dağları ve dağlar arasından geçmekte olan kamyonu yutmaktaydı.
Şoför lambaları yaktı.
...
Memlekete varılınca, patron şoföre yol verdi.
Şoför bunun böyle olacağını tahmin etmekle beraber,
gene de müthiş içerledi.
Muavin.
– Çok kalleşmiş... -dedi.
Şoför cevap vermedi. Gözlerini bir noktaya dikmiş,
düşünüyordu. Bu kalleşliği kesesine bırakmayacaktı. Birden sinirli sinirli yürüdü.
Muavin koştu, kolundan tuttu:
– Nereye usta?
– Hiç, şöyle gidiyorum.
Garajdan çıktı.
Yapacağını biliyordu, bunu onun yanına bırakmayacaktı.
“Bırakırsam, anamın donu başıma!” diye mırıldandı.
...
Cazın durduğu bir sıra, muavin bardan içeri girdi.
Patronun locasına gitti. patron beyazlı kadınla oturmaktaydı. Muavin kulağına
eğildi, bir şeyler söyledi. Patron,
– Yaa? -dedi.
– Şerefsizim ki...
– Peki peki hadi. Burası dağ başı değil!
Muavin çekildi. beyazlı kadın merakla sordu:
– Ne var?
Patron sinirli sinirli,
– Burası dağ başı değil... -diye mırıldandı.
– Ne var allahaşkına?
– Amasya’nın bardağı, biri olmazsa biri daha. Paramla
değil mi? Kendine yol veririm, başkasını çalıştırırım, mal benim. Hiç kimse
keyfimin kahyası değil!
– Ayol ne oluyorsun?
– Hiç canım... Benim kamyonun eski şoförü. Yol
verdiydim, niyeti kötüymüş güya, meyhaneye girmiş... Girsin. Korkum mu var? Dağ
başı mı burası? Burası şehir. Adamın gözünü dört açarlar!
Kadın,
– El adamıyle uğraşmak zor... -dedi.
Patron kızdı:
– Dağ başı değil bura, şehir! Kanun var, polis var,
mahkeme var...
Tam bu sırada şoför bardan içeri yalpayla girdi,
pistin üzerinde durdu, gözleriyle aranmaya başladı. Patron sözünü şıp,
kesmişti. Tam zamanında kesmiş, yerinden fırlamıştı. Çünkü şoför de onu
görmüştü. Gelecek, rezillik çıkaracak, hatta... Oğlanın gözü kanlı olduğunu
biliyordu. Gedikli okulundan bu yüzden çıkarılmıştı, hapis yatmış, vurmuş,
vurulmuştu. Boş gezmezdi.
Patron yanına dostça gitti, elini omuzuna koydu.
Şoför,
– Ne o? -dedi.
Patron gülmeye çalıştı, kontak anahtarını uzattı.
– Ne bu?
– Al da yarın işe başla tekrardan...
– Sebep?
– Hiç. Sonradan pişman oldum...
Şoför anahtarı aldı, içini çekti:
– neyse -dedi- öyle olsun. Anam avradım olsun niyetim
çok kötüydü, verilmiş sadakan varmış!
– Ne gibi?
– Ne gibi mi?
Patronu kötü kötü süzdükten sonra,
– Hadi, -dedi-, hadi git yerine otur da... Bir daha
böyle kalleşlik etme. Allahımı inkar edeyim, karışmam!
Elinde kontak anahtarı, bardan çıktı, gitti.
...
Patron fena halde bozulmuştu. Evet memlekette kanun
vardı, polis, candarma, mahkeme vardı, burası dağ başı değildi ama...
Beyazlı kadın,
– Kim o? diye sordu.
Patron sinirli,
– Hiç, -dedi-. Bizim yeni şoför...
Yüzü nefretle buruştu, viski kadehine uzandı.
Berber
Aynası (Oktay Akbal)
Berber aynasında birden kendimi gördüm. Tanımadığım
biri vardı karşımda. Bütün bütüne yabancı da değil. Çok uzaklarda kalan bir
dostu, bir arkadaşı hatırlatan bir yüz. Yıllarca geride bıraktığım bir bildik.
Yarısı sabunluydu yüzümün. Bir el burnumu baş parmağiyle yukarı itti. Usura
dudaklarımın üstünde dolaştı. Bir kol karşımdaki aynayı örttü. Deminki
hayali yeniden yaşadım. Kirli aynadaki yüzü bu defa kendi içimde seyrettim.
sağıma soluma bakamıyordum. Çivilenmiş gibiydim sandalyemde. Gözucuyla aynaya
baktım. karşı duvarda bir takvim asılıydı. sarışın bir kız bacaklarını altına
almış, oturmuştu. Bir rafda ufak bir radyo, yanda bir portmanto. Bir delikanlı
gazete okuyarak sırasını bekliyor.
Daracık bir yerdi burası. Tramvaylar tam önünde
duruyor, insanlar binip binip bir yerlere gidiyor. Soğuk olmalıydı hava. Camın
önünden geçip dönen herkes paltolu, trençkotlu. Arkamdaki portmantoda üç palto
asılı. Biri benimdi herhalde. Ama hangisi? Bir tanesi lacivert, bir tanesi kahverengi,
öteki de deve tüyü renginde. İki de şapka var. Bu şapkalardan biri muhakkak
benim olacak. Severdim çünkü şapka giymesini. Ta lisenin son sınıfındayken bir
fötr şapkam vardı. Öyle gider gelirdim okula. Kapıdan girerken şapkayı paltomun
içine saklardım. Sınıfta ise sıramın kitap gözüne. Akşam okuldan çıkınca
caddeye bir sokak kala geçirirdim başıma. Şapkalı olunca kimbilir ne kadar
önemli bir kişi sayıyordum kendimi. Kızlar daha çok beğeniyor, insanlar daha
çok sayıyordu. Sinemalardan, kahvelerden içeri daha başka bir ciddilikle
giriyor olmalıydım. Selam vermek de ayrı bir değer kazanırdı bu şapkayla. Biri
benimdi bu şapkaların muhakkak. Yanlarında bir de kitap vardı. Benim miydi
acaba bu kitap? Bir merak aldı içimi. Nasıl şeydi o kitap, neler okuyordum,
hangi yazarları seviyordum? yerimden kıpırdıyamadan karşımdaki aynadan
paltoları, şapkaları, sarışın kızın çorapsız bacaklarını görüyordum. Hangi
yıldaydık? Ay hangi ay, gün hangi gündü? delikanlının elindeki gazetenin
başlığını tersinden hecelemeye çalıştım. Biçimsiz bir cümle çıktı: “SEATO
konferansı dün toplandı” Kimdi, neydi bu seato? Takvimdeki günlerin yarısını
kırmızı bir kalem çizmiş. Demek ayın ortalarındayız. Kış olmalı. Cumartesi,
pazar değil, herhangi bir gün. Belki Perşembe. Saat dörtten biraz fazla. Okul
öğrencileri tramvay bekliyor çünkü.
Berber bıyıklarımı usturayla aldı. Önümden çekildi.
Berber aynasında kendimle başbaşa kaldım. bu defa yabancı, yarı bildik bu
yüze iyice baktım. Saçlardan çeneye kadar. Epeyce seyrekleşmiş saçlarım. Şakaklarım
ağarmış. Alnımda üç dört kırışık. Orta yerde bir yara izi. Nerden kalmış, nasıl
olmuş. Gözlerimde uykusuzluk var. Bir tanesi kanlı. Yorgun gözler bunlar,
yalnızlık içindeki bir kişinin gözleri. Anlaşılamamış, tanımamamış, kendini
kimselere anlatamamış. Burnumda bir değişiklik yok. Yanaklarım şişik. Çenemin
altında hafifçe sarkan bir deri parçası. Şişmanca bir insanın çenesi. Tek tek
ele alınırsa anlamı olmayan vücut parçaları bunlar. Bütünüyle de bir
kişioğlunun anlamsız görünüşünü çiziyor. Benzeri pek çok biri işte. Sırtımdaki
ceket kahverengi olmalı. Beyaz örtünün arasından görünen kol ağızlarından
anlıyorum. Boğazımı sıkıyor örtü. Yutkunamıyorum.
Berberin demindenberi bana birşeyler anlattığını yeni
fark ettim: “Ne maçtı beyefendi” diyor, “Ne maçtı! “Lefter kaçırır mı penaltıyı
hiç... Asıldığı gibi kalede..” Sesler uzaklaştı. Örtü sıkıyordu beni. Nedense
berber örtüleri hep boğazımı sıkardı benim. Gık demeden dururdum gene de.
Bitmesini beklerdim işkencenin. Aynada kendimi ilkokul öğrencisi olarak gördüm.
Gene böyle bir beyaz örtü takmışlardı boynuma. Babam yan koltukta tıraş
oluyordu. Saçlarımı üç numara makineyle kesmişlerdi. Çok dayatmıştım. Kabak
kafamla okul arkadaşlarımın yanına çıkmak istemiyordum. Ama kafamın tam
ortasında yürüyen makine ince, dar bir yol açmıştı saçlarımda. Bırakmıştım
kendimi. Babamı seyrediyordum aynada. Luna Park’a gidecektik o gün. Babamın bir
arkadaşı da iki kızını alıp getirecekti. Kabak kafamla kızların karşısında ne
yapacağımı bilemiyordum. Aynadaki çocuğun içi içini yiyordu. Berberdeki
müşteriler bana takılıyorlardı: “Tam pehlivan oldun işte”. Babam gülüyordu: “El
ense çekilecek kafa böyle olur.” İçimde hayata karşı hem bir sevgi, hem bir
düşmanlık vardı. Yaşadığımı ilk o gün, o berber aynası karşısında duymuştum.
Yaşamı zaman zaman böyle aynaların önünde daha doğrusu
aynaların içinde duydum. Yıllar geçerdi, yaşamadan yaşardım böylece. Türlü
serüvenler olur biterdi. İşlere girer çıkardım, kadınlar sever unuturdum,
ıstıraplar, sevinçler, mutluluklar, yoksunlar... Hepsi, hepsi ben yaşamadan,
yaşadığımı duymadan bilmeden olur biterdi. Çoğu defa kendimi, zalim bir aynada,
bir berber aynasında seyrettiğim zaman buluverirdim. En çok, en uzun, en
zorunlu olarak kendimi seyrettiğim yer berber aynalarıydı. Şimdi o tozlu, kırık,
çeşit çeşit berber aynalarını hatırlıyorum. O aynalarda yaşayan, kaybolan
kişiliklerimi. Örneğin bir defasında savaş vardı dünyada. Gazete satıcıları
çığlık çığlık savaş tehlikesini bağırıyorlardı. Sonra gece bastırmıştı birden.
Berber ışıkları yakmıştı. Ampulün üstüne mavi bir kağıt geçirmişlerdi.
Sormuştum: “Neye böyle?” Berber aynadan bana şaşarak bakmıştı: “Karartma yok mu
beyim?” ilk gençliğimi yaşıyordum o sıralarda. Yaşadığımın farkında olmadan
neler neler yaptım? Çevreme kendimi nasıl, hangi kişilikle tanıttım? Beni
bilenler hakkımda neler düşündüler? Nasıl bir izlem bırakmıştım onların
üzerinde? Yaşamın anlamsız boşluğunu berber aynalarında okuyordum. Aylar,
yıllar geçiyordu. Bir gün bir berbere gidiyordum. Bir aynanın önüne
oturtuyorlardı beni. Gerçek kişiliğimin yansımasını yarım saat, bir saat karşı
aynadan seyrediyordum. Birden yaşadığımı, yıllardır şu dünyada, şu yer üstünde,
şu insanlar arasında, onlardan biri, bir teki olarak didindiğimi anlıyordum.
Kafama bir şeyler dank ediyordu. Bir berber aynasından öteki berber aynasına
kadar geçip giden yolu bir koşuda, yeniden ama bu defa gerçekten duya duya
geçiyordum. Serüvenlerimi yaşıyordum. Şimdiki kişiliğimin ne olduğunu kavramaya
çalışıyordum.
Bir bakıyordum, meğer ne boş, ne gereksiz işlere zaman
harcamışım; Yanlış, çıkmaz yollara sapmışım! Ben o olayların insanı değilim.
Olamam. Ben o kadınları sevemem. Yapamam üzerime aldığım bu işleri, bu
görevleri! Her berber aynasında yaşantılarımın felsefesini yeni baştan
yapıyordum. Bir saat kendimle başbaşa yepyeni kararlar vererek çıkıyordum
dışarı. Son kez başka bir şehirdeki berber aynasında kendimi bulmuştum.
yıllardır yaşamamış gibiydim. Ölmüştüm bir bakıma. Başka dünyalara gitmiştim.
sonra nasılsa birden zaman çarklarını geri geri işletmiş, bir berber
sandalyesinde bana yeniden yaşama, düşünme imkanı vermişti. Geniş bir asfalt
cadde vardı dışarda. Karşıda iki büyük, geniş, parlak ayna. Çevremde kırmızı
koltuklar. Bekleşen iyi giyimli insanlar. Yabancı bir yerde, başka bir
şehirdeydim. sokaktan büyük otobüsler geçiyordu. İstanbul’da bulunmayan
taşıtlar. Neresiydi burası? Ne arıyordum? Birden bir ses “Ankara Postası”
demişti. Gazete satıyordu küçük bir çocuk. Ankara’daydım. Bir berber salonunda.
Beni traş eden berber Ankara’nın sağlam soğuğundan bahsediyordu. Ben de “Bu kış
gene hafif geçti. Ya geçen yıl?” diyordum. Demek yıllardır buradayım ben. Bu
yabancı şehirde yaşamıştım! Sonra bir bir hatırladım hepsini. Evlendiğimi, bu
şehire yerleştiğimi, bir bodrum katında oturduğumu, bir işim olduğunu, karımın
yakında doğuracağını... Yaşam berber aynasından çıkıp üzerime çökmüştü. Bir
anda birkaç yıl yaşlandığımı sandım. Sandım değil yaşlandım. Şunu anladım ki,
ben onların birbiri ardına geçmesiyle değil, yılların içinde bir gün kendimi
bir aynada, çokluk bir berber aynasında duyuverince yaşlanıyordum.
Birden berber “Siz gitmediniz mi?” dedi. “Böyle maç
kaçırılır mı?” Bekleyen delikanlı radyoyu açtı. Bir kadın “Kiss me”yi
söylüyordu. Berber “Lefterin şütünü kimse tutamaz. Bir gazetede okudum Beara
demiş ki...” diyordu. Aynadaki yüz bembeyazdı. Kolonya yüzümü yaktı biraz.
Saçlarımın iki yana taranışını seyrettim. paltomun, şapkamın hangisi olduğunu
hala anlayamamıştım. Tuhaf olacak kalkınca içlerinde bir seçme yapmak. Gerçek
yaşantımı yavaş yavaş koruyorum bir yandan. Gene ben o yalnız, anlaşılmadık
insanım. Boşuna harcanan günlerin tümüne sahip. Yaşamadan yaşayan. Açıkcası
yaşadığını sanan, yaşıyorum diye kendini çevresindekileri aldatan. Şimdi burdan
çıkıp işime gideceğim. Gece ikiye kadar çalışacağım. Sonra işçilerle birlikte
rüzgarda karda, yağmurda uzun yollar aşıp evime döneceğim. Aşklar aramış
bulamamış, mutluluk istemiş kavuşamamış bir yeryüzü insanı. Berber aynasındaki
adam bir anda birkaç yaş ihtiyarladı. Gene. Berber de anladı galiba. “Bugün
yorgunsunuz” dedi. “Evet” dedim. “Gece çalışmak kolay değil. Dün hele hiç
uyuyamadım” Dün daha önceki gün, bir hafta, bir ay, bir yıl öncesi var mıydı?
Ben yaşamış mıydım? Başka bir bendi o, şu aynadaki değil.
Yan sandalyadeki müşterinin traşı benden önce bitti.
Kalktı. Ne yapacak diye bekledim. Gri şapkayı lacivert paltoyu giyindi, çıktı.
İşim kolaylaştı. Delikanlı şapka giymezdi. Hele kitap okur muydu hiç! Devetüyü
palto olsa olsa ona yakışırdı. Aynadaki yüze gülümsedim. O da karşılık verdi.
Kimbilir ne zaman yeniden buluşacağız. Nerde, hangi aynada? Hem buluşacak
mıyız? Kalktım kahverengi paltoyu, kahverengi şapkayı aldım. Kitabı cebime
soktum. Fransızca bir romandı. Kapının önünde durdum şapkamı, atkımı düzelttim.
Berber aynasındaki yerimi o delikanlı almıştı şimdi. Radyodaki havaya uyup
ıslık çalıyordu. Yaşamın içinde ayrı bir yaşam olduğunu sezmiyordu bile. Hiç
bir şeyden kuşkusu yoktu. Mutluydu, memnundu kendinden. Her anını bile bile
tadıyor, yaşıyordu. Berber aynalarına bıyığını düzeltmek saçına briyantin sürmek
için bakıyordu. Dünyayı umursamaz yaşantısına imrenen birinin bulunabileceğini
nerden bilecekti. Hem böyle bir kuşkusu olsa kalır mıydı mutluluğu? Gerçek
kişiliğimi berber aynasında bırakarak sokağa çıktım. Hepsi benim dışımda olup
biten serüvenlerin anlamsız akışına kendimi bıraktım.
İda (Tarık Dursun K.)
Kapıyı zorladım zorladım, açılmadı. İçerde, taşlıkta
bir sürü çocuk. Yalınayak, hepsinin yüzleri kirli, ikisi kız, ikisi oğlan.
Kızların en büyüğü kapının camına burnunu yapıştırdı:
“O tarafa değil,” dedi. “İçeri, içeri...”
İçeriye doğru da ittim, yine olmadı.
“Kimse yok mu?”
“Babam var”, dedi.
“Çağırsana, açsın kapıyı.”
Gitti. Gitmesiyle gelmesi bir oldu. Fotoğrafçı da
yanındaydı. Kapıyı bir çekişte açtı.
“Buyrun” dedi.
Daha girmeden burnuma hızla bir lahana kokusu geldi,
çarptı.
“Resim mi çektireceksiniz?”
“Acele altı tane vesikalık gerek,” dedim.
“Olur,” dedi. “Siz biraz oturun hele...”
Taşlıktan geçip yan odalardan birine girdi. Çocuklarla
yalnız kaldım. İlkin karşılıklı bakıştık. İnceden inceye süzüyorlardı. Bana
kapıyı açmak isteyen o büyük kız, elinde bezden bir bebek tutuyordu. Bebeğin
gözleri, kaşları, ağzı kopya kalemiyle yapılmıştı, saçları yoktu. Gözleri
büyük, kirpiksizdi.
“Senin mi bu bebek?
Sımsıkı göğsüne bastırdı.
“Benim” dedi.
“Amma güzel bebek. Kim yaptı sana o bebeği?”
Gözlerinde bir ışık damlası yandı, söndü hemen.
“Annem yaptı,” dedi.
Fotoğrafçının girdiği odadan, “Camı hazırladın mı İda?
diye bir soran sesi geldi.
Daha içerlerden bir kadın,
“Hazırladım” dedi. “Çağırayım mı?”
“Çağır geliyorum.”
Çocuklara bakmaktan vazgeçtim. Taşlığın öbür başından
bir kadın çıktı. Başımı çevirdim, duvardaki agrandisman fotoğrafları seyre
başladım.
“Siz mi çektireceksiniz?”
Döndüm. Yorgunluğu; anlatılmaz, korkunç yorgunluğu,
apaçık yüzünde gördüm.
Omuzları çökmüş, bacakları kıllanmış. Çorapsız.
“Evet”, dedim.
Elleri et içindeydi. İşaret etti. Ardından yürüdüm.
Çocukların ikisi peşime takıldı. Taşlığın sonu, fotoğrafhaneydi. Duvarda siyah
bir bez gerili. Üstüne beyaz yağlıboyayla çiçekler, saksılar, küçük top
ağaçlıklar, sonra altı basamağı olan mermerden bir merdiven işlenmişti.
Önündeki sandalyeye oturdum, fotoğrafçıyı bekledim
geldi.
“Kusura bakmayın,” dedi. “Karanlık odadaydım. Acele
yetişecekler var, onlarla...”
Göz göze geldik.
“Evet, evet” dedim.
“Vesikalık istiyorsunuz, nere için olacak bunlar?”
“Nafıa’ya gireceğim de. Resim de istediler.”
“Zanatkâr mısınız?”
“Şoförüm.”
“Şu liman inşaatı, doğrusu iyi oldu. Akın akın millet
geliyor, hepsi ta nerelerden geliyor. Geçen gün şarktan da iki kişi gelmişti.
Resim istemişler işçi karneleri için. Ben çektim resimlerini.”
“Ya öyle,” dedim.
Makinesini ayarladı, ileri geri sürdü. Siyah bezin
altına girdi, dik durdum. Çocuklar köşeden ciddi ciddi bakıyorlardı.
“Başınızı sağa doğru biraz, şöyle..”
Çevirdim.
“Tamam,”, dedi.
Bezin altından başını çıkardı.
“Hep elime bakın, dik durun az.”
Objektifin kapağını açtı, kapadı.
“Oldu mu?” dedim.
“Şimdi..” dedi.
Kalktım. Şehrin gürültüsü, asfalttan geçen
kamyonların, arabaların gürültüsü, limanın boğucu uğultusu, büyüyerekten
geliyordu.
Fotoğrafçı;
“Beş dakikaya kadar hazır,” dedi. “Oturun isterseniz.”
Tekrar kalktığım sandalyeye oturdum. Bir yandan
uğraşıyor, bir yandan konuşuyordu benimlen.
“Zor meslek şoförlük,” dedi.
“Hepsi zor,” dedim.
“Öyle”, dedi, “Kolay bir şey yok dünyada.”
Çocukların ikisi -iki kız- bebek yüzünden kavgaya
tutuştular. Büyük kız, küçüğü hızla itti, düşürdü. Küçük kız ağlamaya başladı.
Fotoğrafçı işini bıraktı.
“İda!” diye seslendi. “Baksana şu çocuklara.”
Kadın yeniden geldi. Düşeni kaldırdı, susturmaya
çalıştırdı ama, sus dedikçe daha çok ağlıyordu kız. Büyüğü kenara çekilmişti.
Uzak duruyordu. Kadın saçından tuttu onun.
“Yezit,” dedi. “Körolası yezit seni. N’aptın
buna?”
Kızın altdudağı kıvrılıverdi.
“Bebeğimi alıyor benim,” dedi.
“Alsın, ne var? Azıcık da o oynasın, n’olur?”
“Vermeyeceğim ona bebeğimi.”
Kadının eli indi. Kızın yanağı kızardı hemen. Bebeği
elinden düştü.
Fotoğrafçı:
“İda,” dedi, “dövme çocuğu!”
Kadın bir şey söyleyecek, fotoğrafçıyı bozum edecekken
bundan kaçındı gibime geldi. Bana baktı. Çocukların ikisini de sürüdü, içeri
aldı. Arkasından sırtını eğen kamburu gördüm. Fotoğrafçı, resimleri hazırlayana
kadar başka bir şey konuşmadı benimle. Bütün dikkatiyle çalışıyordu. Arabanı
ters koydu, yeniden çekti, banyo etti, yıkadı. Tek tek kesti. Dizinde makasın
tersiyle kuruttu. Parasını verdim, aldım.
Resimlerimde yüzüm yaslı çıkmıştı. Alnım
kırışıklıklarla doluydu. Fotoğrafçının karısının o anlatılmaz, kahırlı
yorgunluğu, gözlerinden gözlerime vurmuş, yansımıştı.
Biz İnsanız (Tarık Dursun K.)
Vardolaya,
batırdığı iğneyi sinirli sinirli çekti geçirdi; iki kolu boyunca balmumuyla
mumlanmış ipe asılıp gerdi.
Durdu; küçük bodur masanın üstünden gözleriyle çekici
aradı. Tam karşısında, arkalıksız hasır bir iskemleye çökmüş sarışın kalfa;
dikişi bitirmiş, ağızları kapıyor, sarışın kalfanın yanı başındaki -kocaman
kara ormandan saçlarını iple tutturmuş- öbür kalfa da yaldızlı taban
astarlarını çirişliyordu.
Her iki kalfasına da kaçamak kaçamak baktı. Ağzını az
çarpıtıp yere türürdü.
Odanın tavanına yakın bir yerden içeri gün ışığı
giriyordu. Doğrulamasına geliyor, odayı bıçakla kesilmiş gibi ikiye bölüp bodur
masanın altındaki dörtköşe gaz tenekesinin kirli, kahverengi suyuna çarparak
kırılıyordu.
Yan bölmedeki pencere büyüktü. Uzağından deniz,
cetvelle çizilmişçesine doğrulanmıştı. Pencerenin bir pervazından öbür
pervazına minicik, insanın serçeparmağından da ufak, beyaz bir körfez vapuru
geçiyordu.
Sarışın kalfa elindeki sağ teki sol tekle değiştirdi,
yenisini zorlanarak kalıbına oturttu.
Usta boşalan çekici aldı, ağzına şişman çivilerden
doldurdu, çakmaya başladı.
Gün, büyük pencereye geldi; Usta işi bıraktı. Elindeki
falçatanın tersiyle alnındaki terleri topladı, ayakları dibine silkeledi. Öbür
iki kalfa daha bir süre başları işlerine eğik çalıştılar. Usta, gıkı çıkmadan
onları gözledi epeyi sonra,
“Acıkmadınız mı siz?” dedi.
İki kalfa başlarını kaldırıp konuşmasız ustalarına
baktılar, yine konuşmasız, sıcacık gülümsediler.
O oldu, ustanın gözlerindeki oturgan kırmızılık
azaldı; açıldı, duruldu.
“Hadi” dedi, “gidin Emin’e de, doyurun karnınızı.
Sorarsa, İbrahim Usta, çocuklar bu öğün de yesinler, bugün hafta başı, merak
etmesin diyor dersiniz...”
İki kalfa yavaşça sandalyelerinden kalktılar, odadan
çıktılar. Usta oturduğu yerden, onların alçak sesle konuşarak merdivenlerden
indiklerini duydu. Sonra masanın sürgüsünü çekti, buruş buruş bir gazete
parçasına sarılmış, bir sokum ekmek çıkardı, masaya kodu. Eğildi ardından,
döşemeye doğru çabuk çabuk seslendi:
“İsmail! Hey, İsmail...”
Aşağıdan karık bir ses yankı gibi karşıladı:
“Buyur İbram Usta?”
“Bir demli yapıver de çocukla gönderiver yukarı.”
Kısa bir duraksınma oldu.
“Peki!” dedi karık ses. “Peki... Şimdi!..”
Çok sürmeden yalınayak başı kabak bir oğlancık, elinde
bir askı, askının içinde kopkoyu çay dolu bir bardakla kapıdan girdi. Bardağı
masaya kodu, ama gitmedi.
Usta başını döndürdü, oğlana baktı, oğlan da ustaya.
Çocuksu bir sıkıntıyı görünmez omuzlarında yüklenmişti.
“İbram Usta... Ustam dedi ki... İbram Usta, çay
paralarını ne zaman verecekmiş, diyor, bir sor dedi.”
Ağırlığını bir ayağından öbürüne aktardı.
Usta ağzını keskince çarpıtıp yine güldü, bir
bulutluluk ardından gözledi oğlanı:
“Şimdi...” dedi, “birazdan iş teslim edeceğiz
mağazaya... O zaman.. Hakkı Bey verecek haftalığı, biz de İsmail Ustana
vereceğiz. Tamam mı?”
Oğlanın yüzü aydınlandı:
“Tamam!” dedi.
Hiç durmadı, döndü gitti sonra.
Usta bir cigara yaktı, dumanı bir çekiş çekti, tıkanacaktı.
Boğazını karıdı, yere tükürdü, ayağıyla ezdi.
Çayın son yudumunda kalfalar geldiler, yerlerine
oturdular.
Saat üç olunca kalıptan çekilmiş son sekiz çifti
dizelediler: Usta deri önlüğünün üstüne damalı ceketini giydi, bitenleri kargı
sepete doldurdu; çıktı.
Arazöz demin caddenin bir başından girmiş, bir
başından çıkmıştı; taşlar ıslak ıslak parlıyor, sıcaktan tütüyordu. İki yanda
iki sıralıklı ağaçlar toza boğuktu.
Kavaflar içine saptı, acelesiz yürüyordu: “Altmış dört
çift yapıldı. Yüz yirmiden ne eder? Bir liradan olsa, altmış çiftimiz altmış
lira... Yirmi kuruşumuz var geride; altmış tane yirmi kuruşumuz...”
Hakkı Beyin çocuk irisi çırağı mağazanın vitrin camını
siliyordu. Tam karşıda büyük bir resimden bir kadın oturmuş ayakkabı giyiyordu;
eteklerini korkusuzca sıyırmıştı, çoraplarının bittiği yerden koyu bir
pembelikte bacakları ansızın ağarıveriyordu.
Tam içeri girecekken, kadına baktı; kadın da ona,
bomboş gülümsemesini sürdürdü.
Camı silen çocuk,
“Mer’aba İbram Usta..” dedi.
“Mer’aba ismet!”..”
Kadın gözlerini çevirdi ondan.
Usta, mağazadan içeri girdi, gözlerini loşlukta
dolaştırdı: Hakkı Bey kasadaydı. İncecik, kupkuru, resim yüzlüydü. Ustaya
kaşlarını birleştirerek baktı, tedirgin tedirgin soludu yerinde.
Usta kolundaki kargı sepeti indirdi, yere bıraktı:
“Hepsini getirdim” dedi. “Dört glase kapalı, öbürleri
açık...”
Hakkı Bey sarkık dudağını çekti, emdi. Yeniden soludu.
Usta o soluğu yüzünde duydu.
“Bakayım şu son yaptıklarına...”
Kasadan elini uzattı; uzun bir deri bir kemik
parmaklarını açtı. Usta bir çift açık piyantayı çıkardı, gösterdi. hakkı Bey,
inceden inceye inceledi çifti; altdudağını bıraktı, sarkıttı.
“Eh...” dedi, “eh, bir dereceye kadar... Fakat
makineninkilere benzemiyor hiç.”
Ustanın rengi çözüldü.
“Benzemez de” dedi. “Bu, bizim ellerimizden çıkma
makineden değil...”
“Öyle ama. Makine çiftini doksan beşe indirdi, siz
hala yüz yirmi desiniz..”
Araya bir suskunluk düştü. Usta yutkundu, ellerini
açtı, kapadı.
“O makine” dedi. “Makine... O doksan beşe de yapar,
seksene de.. Hatta yarım kağıda da. Makine o çünkü. Yemek yemez, su içmez..”
İçini çekti. Dokunsalardı bir...
“Sonra..” dedi, “Sonra çoluk çocuk... Biz insanız
da... Makine öyle değil ki... Yemek yemez, su istemez. Sonra çoluk çocuğu da
yok hiç.”
Falçata çizgili ellerini kavuşturdu.
“Biz...” dedi, kaldı.
Kırmızı entarili bir genç kız vitrindeki süslü
pabuçları gözlüyordu; bir ara içeriye de baktı. İsmet, sile sile, camdan kıza
doğru sokuldu, kız hemen azıcık uzaklaştı.
Hakkı Bey,
“Bilmem,” dedi, “bak, açık açık söylüyorum ben,
darılmaca, kızmaca yok. Biz de insanız tabii, biz de ticaret yapıyoruz.
Kazanmak varken... Değil mi? Bu yüz yirmi beş, ağır geliyor. Onu dokuzu bu. Sen
evvel eski adamımızsın... Sonra... İyi işçisin de... Seni kaybetmek istemem...
Eğer makinenin fiyatına... Bak iyi düşün taşın... İşine gelir de elverirse...
yapabilirsen.. Mesele yok. Yine devam...”
Ustanın kaşları bitiştiler, tam burnunun üstünde bir
şey zonk zonk attı.
“Yani doksan beşe mi?”
Usulla güldü.
“İyi ama, buna imkan yok ki... Hiç imkan yok. Sonra,
günde kaç çift çıkarabiliriz biz? Sen makineye ne bakıyorsun! O çıkarır,
biz...”
Hakkı Bey başını çevirdi, yandan burnu kapkalın bir
çizgi gibi göründü ustaya.
“Bilmem işte...” dedi. “İşine gelirse dedim.”
Göz göze geldiler.
Usta sinirden tir tir titreyen bir sesle,
“İşime gelmez..” dedi, “yapamam, yüz yirmiye bile
idare etmezken... Doksan beşe hiç yapamam. Varsın makine yapsın, ben yapamam..”
“O halde hesabı keselim, olsun bitsin..” dedi Hakkı
Bey.
“Keselim...”
Hakkı Bey kasasına döndü, açtı bir tomar para çıkardı;
alışkın alışkın saymaya başladı. Sessiz bir çabuklukta makine gibi sayıyordu.
Desteyi bitirdi, ustanın önüne sürdü. Usta paraları aldı, saymadan cebine
soktu, boş kargı sepetini koltukladı, yürüdü.
Gönlü bulantılı, kabarık; fabrikanın önüne geldiğinde
ağzının acı suyunu duvar dibine çömeşip tükürdü. Yıkılmayayım diye de duvara
tutundu. Elinin altında içerde gürül gürül çalışan makinenin o taştan
geçen sarsıntısı vardı.
Ellerinin ikisini dayayıp bastırdı, sarsıntı bu kez
iki elini de hınçla geri itti.
Nerede O Eski Usturalar (Rıfat Ilgaz)
Yüzümü, tüyü
dökülmüş bir fırçayla sabunlarken; “Nerede o eski traş fırçaları beyim” dedi.
“Ne fırçalardı onlar, kıl değil, samurdandı sanki.. Sonra beyim, o traş
sabunları...”
“Şimdi boş ver sabunlamadan traşa. Diri diri tavuk
yolmaya benzer. Sabunladın mı, hem deri beslenir, hem kıllar yumuşar, hem de
usturaya iş düşmez!”
Sabunlama işi, yetkililerin kasıla kasıla verdikleri
böyle ipe sapa gelmez nutuklar gibi sona erdi. Sıra geldi usturanın kayışa
tutulmasına;
“Nerede beyim o eski usturalar!” dedi. “Benim bir
çifte cambaz usturam vardı. Yüzü kıl gibi kalıncaya kadar kullandım. Alman
malı. Ustura dedim de beyim... Geçenlerde bir ustura aldım. Bilerken düşmez mi elimden.
Sırça mısın mübarek! Sapı tuzlan buz oldu. Usturanın demiri kaldı dımdızlak
elimde. Tam otuz iki sene kullandığım çifte çambazın sapını aldım doğru
Tahtakale’ye... Göstermediğim dükkan kalmadı. Biri çıkıp da: “Ben yaparım!”
diyemedi. Döndüm eve, aldım çekici elime. Nalın çivisini koydum usturanın
perçin deliğine... Tık... Tık... Tık... Perçinledim taş gibi. Nah!
Tanıyabilecek misin, işte şu elimdeki ustura!”
Usturayı tam burnumun ucuna dayadı:
“Bu sapa, başka usturanın nasıl diyebilirsin!”
“Nasıl derim! Usturayı dayadın burnuma!” dedim.
“Her iş gelir elimden” dedi keyifli keyifli güldü.
“Geçen gün, söylemesi ayıp, yemekten kalktım. Tam elimi yıkayacağım. Musluğu
bir çevirdim olduğu gibi boşanıvermez mi! Nerde eski musluklar!... Beyim, bir
haftada yepyeni musluk yalama olur mu? Tam akşam üzeri musluk tamircisini
nereden bulacaksın? Sıvadım kolları... Dayan dedim berber İsmail! Musluk tamiri
deyip de geçme Beyim! Aşağıdan suyu kesmeden köseleyi kim değiştirebilir? Sen
olsan musluğu söktün mü, göle çevirirsin mutfağı. Bir havlu attın mı musluğun
üstüne tamamdır. Elinin üstü bile ıslanmaz! Beş dakikada taktım köseleyi. Karı
şaştı kaldı! Ya, Beyim, her iş gelir elimden!”
Usturayı bir kere daha kayışa tuttu. Sonra kulağımın
memesinden kezliyerek yapıştırdı yüzüme. Tam saç bitimi çizgisinden çekti aşağı
doğru. Kırmızı bir çizgi de, cetvelle çizilmiş gibi usturanın peşinden
çekiliverdi. Usturayı öfkeyle kapattıktan sonra:
“Hay aksi şeytan!” dedi.
Çekmeceyi çekti, tebeşir gibi bir şey çıkardı. Kanlı
çizgiye sürüştürmeye başladı. Kan, sürttükçe artıyordu:
“Nerde Beyim o eski kan taşları!” dedi. “Bir sürdün mü
bıçak gibi keserdi!”
“Yani ustura gibi” diye düzelttim. O hiç bozmadı:
“Evet, bir sürdü mü ustura gibi keserdi, nerde o eski
kan taşları!”
“Sakın taşlar değil de, kanlar bozulmuş olmasın!”
dedim. “Et yok, peynir yok, yani protein dedikleri... Kanlar sulanmasın da ne
yapsın! Nerdeyse beyinler sulanacak!”
Bu görüş, çok hoşuna gitmişti:
“Kan da süt gibi bir maddedir. Sütler sulanır da
kanlar neden sulanmaz!” diye beni doğruladı. Kapağı kırık bir kavanozdan bir
tutam pamuk çekti, yapıştırdı kanlı çizginin üzerine. Sonra usturayı açtı,
yeniden kayışa tuttu:
“Eski kayışlar da kalmadı beyim!” dedi. “Usturanın
ağzındaki kılağıyı bile almıyor!”
“Yoo!” dedim. “Şimdiki kayışlara bir şey diyemezsin.
Eskilere taş çıkartıyorlar.”
Yaptığım ucuz espriye boş verdi:
“Herif radyoda skeç dinlemiş!” dedim içimden.
“Nerde o eski kayışlar” diye sözünü tazeledi. “Çarka
tutacağına kayışa tut usturayı. Tükürüp de iki kere sürdün mü, adamı değil,
domuzu traş et!”
Hafiften tırnağına bastırıp denedikten sonra besmeleyi
çekti. Pamuk bölgesinin altından dayadı usturayı. Bastırdı. Sakalla beraber
,deriyi aldı götürdü. Olan olmuştu ben kılımı bile kıpırdatmadım:
“Fazla biledin usturayı!” dedim. “Sakalı değil, deriyi
bile götürüyor!”
Sanki onun yüzü kesilmiş gibi ters ters baktı bana:
“Eski sabunlar da yok ki...” dedi. “Pamuk gibi ederdi
sakalı. Eskiden bu sabunu, değil traşta, bulaşıkta bile kullanmazdık!”
Önce kan taşını sürdü, sonra bir tutam da pamuk
yapıştırdı. Traşa yeni başlarmış gibi, besmeleyi çekti, asıldı usturaya.
Çenenin ucuna kadar kaydırdı. Bu sefer bir kaza olmamıştı. Ama o, bu başarısına
inanamadı, bir usturanın ağzına baktı, bir de suratımın derisine. Hayır, kan taşına
iş düşmemişti. Daha cesaretle başladı suratımı kazımaya... Bu tam tabakhane işi
bir kazımaydı. Ben yüzümü usturadan kaçırdıkça, öbür eliyle sıkıca yakalıyor,
işini zor kullanarak sürdürüyordu. Biraz da dikkatimi dağıtmak için başladı
bıraktığı yerden:
“Dedim ya Beyim, her iş gelir elimden. Geçen gün
yengeniz küpten su alırken bakır maşrabayı vurmuş küpün kenarına... Küp ikiye
bölünmez mi?”
“Bölünmez!” diye kestim. “Hiç koskoca küp bir maşrapa
dokunmasiyle ikiye ayrılır mı?”
“Ayrıldı işte!” diye diretmeye başladı.
“Ayrılmaz!” dedim. “Mutlaka çarpıp devirmişlerdir!”
Herifin aklı yatar gibi olmuştu:
“Diyelim ki, karı devirdi, neticede küp kırıldı ya!
Benim anlatacağım şey, küpün yapıştırılması meselesi...”
“Yapıştırdın demek!”
Sigara sarısı uzun dişlerini göstere göstere güldü:
“Hem de nasıl! Aldım çimentoyu. Nerden buldun
çimentoyu böyle günde, diyeceksin...”
“Demem, demem, anlat sen!..”
“Aldım bir avuç çimentoyu... Temiiiz bir sulandırdım.
Üstten sıvaya sıvaya, yedire yedire... Sürte sürte...”
Sanki küp, benim suratımdı. Sıvazlayıp duruyordu. Küpü
yeniden yapsa bu kadar uzun sürmezdi.
“Kayınpeder gördü de şaştı kaldı, sen olsan Beyim,
atardın küpü, işe yaramaz diye... Bu devirde her şeye para verirsen başa mı
çıkar? Her iş gelir bereket versin elimden!”
Ustura tam çenemin kıvrımına gelmiş, dayanmıştı.
Kolaylık olsun diye dilimle kabartayım dedim. O, bu yardımımdan alındı.
Zanaatına bir dil uzatma saydı bunu:
“Çek dilini!” dedi.
Usturayı çene çizgisinden ters bir çekişle kaydırdı.
Kaydırmasiyle canımın yanması bir oldu:
“Hay aksi şeytan! Ustura değil, tırnak çakısı...
Bununla hıyar bile soyulmaz be! Ah, nerde o eski usturalar!”
“Neden soyulmasın!” dedim. “Bal gibi soyuluyor işte!”
Herifin benim esprilerime hiç kulak astığı yoktu:
“Beyim, seninki de çene değil ki... Çene dediğin...”
“Doğru...” dedim. “Çene dediğin, seninki gibi olmalı!”
Gene kan taşı çıktı, pamuk ekildi. Olanı biteni
unutturmak için başladı hünerlerini döktürmeye:
“Geçen gün asma saat zınk diye durdu. Hemen aldım elime
tornavidayı. Saatçıya götürsem anasının nikahını isteyecek... Saat tamirine de
mi para vereceğiz. Her iş gelir elimden. Saat tamiri, radyo tamiri, ütü
tamiri...”
Kilit tamirinde traş bitmişti. Doğrulduğumu görünce;
“Perdah?” diye sordu:
“Yaptın ya!” dedim.
Kesilmedik yerlerime kolonya sürdü. Kolonyasının
alkolü düşük olduğu halde yüzüm saplanmış gibi yanıyordu. Kafamı bir güzel
ıslattı. Aldı tarağı eline:
“Nerde o eski taraklar!” dedi. “İki kat olur gene
kırılmazdı. Bak şu tarağa. Ağzımın içine döndü, dişleri döküle döküle!... Nerde
o fildişi taraklar...”
Beni idam mahkumuna çeviren beyaz örtüyü boynumdan
çözdü.
“Serbestsin!” der gibilerden:
“Sıhhatlar olsun beyim!” dedi.
“Sağol!”
Dört yanına bakındı, birini arar gibi:
“Ah Beyim,” dedi, “Nerde o eski çıraklar. Buluyorum
mahalleden bir çocuk, bir gün duruyor, pırrrr! Gözleri oyunda. Meslek ölüyor
Beyim. Geriden çırak yetişmezse... Kalfa yetişmezse, usta nasıl yetişir!”
“Bak!” dedim, “Bunda yerden göğe kadar haklısın!
Biraz daha dalına basmak için:
“Ahhh!” dedim, “Nerde o eski berberler... Yenileri musluk tamir etmekten, kırık küpleri yapıştırmaktan, bozuk saatleri onarmaktan berberlik etmeğe zaman bulamıyor ki... Şimdikiler usturanın yarığına jilet kakıp da traşa geçiyor. Öldü berberlik! Nerde o eski berberler!...”
Durak (Orhan Duru)
Bir yığın
yolun kesiştiği heykelli bir meydanın kaldırımlarında birikmişti büyük bir
kalabalık. Yoldan geçiyordu işlerine giden memurlar, pazardan dönen elleri
fileli hanımlar, enstitüye giden genç ve güzel kızlar, kolejli oğlanlar,
bıyıklı iri yarı kişiler, bıyıksız uçuk benizli başka kişiler, hamallar...
Bu arada Heykelin karşısına düşen yerde, birtakım
işportacılar yüksek sesle bağırarak ve yutarak kelimeleri arka arkaya
sıraladıkları ve erketeleri bakarak belediye zabıtası gelip gelmediğine,
satıyorlardı on liraya gömlekler, iki buçuk liraya naylon çoraplar, A bir
nacetler ve küçük harflerle prezervatifler can sıkıcı hastalıklara yakalanmak
istemiyen beyler için ve tam o sırada, ya da başka sırada, bayram olduğu için
büyük bir yapının merdivenlerine sıralanarak, üst üste binerek oturmuşlardı
şehre inmiş köylü kadınlar ve gecekondu halkı. Renk renk giysileriyle ve
ayakları arasında dolaşarak kalabalık eden çocuklarıyle bekliyorlardı
bunlar, bando mızıkanın geçmesini, -bayram vardı ortalıkta- ya da izcilerin boy
göstermesini bayraklariyle ve kısa pantolonları, trampet ve borularıyla... Bir
uğultu geliyordu kalabalığın toplu olarak bulunduğu kaldırımlardan ve
itişiyordu bakmak için halk ilerden kimin geleceğini bilmeden kaldırım
kıyılarında. Badem bıyıklı birtakım polisler de sesleniyordu halka boğazlarını
yırtarak kaldırımdan aşağı inmemelerini, inerlerse göstereceklerini Hanyayı
Konyayı ve gene Konyayı Mevlana ile birlikte. Ama kimi yerde halk karşı
kaldırıma geçmek için buluyordu bir delik ve oradan birbiri ardı sıra sıra ya
da toplu toplu geçiyordu demiryolu üzerinden geçen koyunlar gibi.
Sigarasını tüttürerek Ahmet, bekliyordu heykelin
karşısına düşen taksi durağındaki taksisinin direksiyonunun başında müşteri.
Ama gelmiyordu müşteri. Vardı Ahmetin döküntü bir arabası 1935’den kalma, Ford
sülalesinden inme. Ford sülalesi güçlü bir sülaleydi ama sülalesine okuyordu
artık Ahmet altındaki Ford’un her gün. Bekliyordu Ahmet sıralanmış güzel
arabaların arasında, gelsin bir müşteri binsin ve kazansın biraz dünyalık diye.
Güzel arabalar sıralanmıştı durakta, güzel Amerikan arabaları, Chevrolet’ler,
Dodge’ler, Buick’ler, Cadillac’lar, Kaiser’ler. Hepsi gıcır arabalardı. Yoktu
içlerinde Ahmet’inki kadar külüstürü. Ve gelen müşteriler yüz buruşturup
görünce Ahmet’in eski Ford’unu, biniyorlardı başka taksilere.
Geldi en sonunda yaşlı bir kadın Ahmet’in yanına ve
sordu Ahmet’e;
“Evladım kaça götürürsün bakıyim beni Küçükesat’a.”
“Yedi buçuk liraya hanım abla” dedi Ahmet üflüyerek
ağzında ve ciğerlerinin alveollerinde birikmiş dumanını sigarasının, yaşlı
hanımın yüzüne.
“Şuna bak, kendisini ne sanıyor ayol, yedi buçuklira
istiyor, utanmaza bak” diye başladı söylevini atmağa ve yaşlı ve başörtülü
kadın, karşısında ve diresiyonunun başında uyuklayan Ahmet’i görmüyormuş gibi
yanındaki küçük kızına barakak:
“Şuna bak istiyor yedi buçuk lira Küçükesat’a, kerata.
Kerata Küçükesat’a yedi buçuk lira. Ayy içime fenalık geliyor. Yok mu belediye
bu memlekette? Yok mu bu memleket bu belediyede, Belediye Su İşleri de kesti üç
gündür evimizin akarsuyunu da, elektriğini de. Nedir bu şoförlerden çektiğimiz
ha söylesene kızım?
Ama kızı söylemiyordu bir şey aksi gibi ve zaten
söyliyecek yaşta değildi küçük kızı büyük hanımın seslendiği.
Kalabalık itişip, başını çevirip bakıyordu sağ tarafa
ne gelecek diye. Bu arada birtakım Amerikalılar ve son günlerde çok gözükmeğe
başlayan sarıklı Hintliler dolaşıyordu ortalıkta ayakları arasında Hintli
çocuklar, yanlarında Hintli karıları ve boyunlarında Hintli fotoğraf makinaları.
Uzakta bir dolmuş durağında dolmuşları doldurmak için
bir değnekçi çığlıklar atıyordu ıkınarak ve kaçırarak altına.
Vay canına bu kalabalık da neydi böyle?
Üstelik yüz vermiyordu Ahmet’in altındaki arabaya
kimse.
“Şuna bak”, diye söylenmeğe devam ediyordu yaşlı
hanım. “Utanmak kalmadı millette ve arlanmak. Küçükesat’a yedi buçuk lira! Ha!
Bir defa şu altındaki arabaya bak düdüğüm. Neredeyse parçalanacak. Asıl suç
bende, kalkıp da senin arabana binmek istememde. Çıkamaz, ayol aaa bayılacağım
vallaha, çıkamaz bu araba Küçükesat’a.”
Ahmet, “Kafamı bozma” dedi ve en sonunda yaşlı hanıma,
iki saattir kendisine askıntı olan ve başının etini yiyen Ulus meydanı’ndaki
işkembecilerde “Bak kafamı bozma, sabahtan beri siftah yapmadım.”
Başladı kara kara düşünmeğe Ahmet, yaşlı hanım
homurdana söylene ayrılınca yanından. Kimse binmiyordu arabasına. Başkaları
gelip biniyorlardı başka taksilere ve gidiyorlardı gidecekleri yere. Ama
taksilere binen herkes istiyordu fabrikadan en son fırlamış, daha boyası iyice
kurumamış arabalara binmek. İstemiyordu genç bayanlar binip Ahmet’in taksisine
çoraplarını kaçırmak.
Baktı olmıyacak ahmet, hiç olmazsa bir dolmuş yapayım
Kızılay’a alayım beş on kuruş dedi kendi kendine ve geldi dolmuş durağına
durdu.
Gerçekten dolmuşluk arabaydı Ahmet’inki, yoktu başka
araba durakta ve bayramdan dönen insanlar kuyruk olmuşlardı dolmuş durağında
gitmek için Kızılay’a.
Geçmiş yıllarda arta kalan arabası Ahmet’in başladı
almağa binmek isteyen ve ucuza gitmek isteyen halkı içine. Herkes sıkışarak
biniyordu bu kez ve bağırarak birbirlerine itişiyorlardı bir an önce binmek
için. Ahmet de birden buldu neşesini arabaya binenleri görünce. Önce iki genç
bindi otomobile üniversiteye alınmayanlardan, arkadan üç kız bindi evde
kalmışlardan, beş memur işten çıkıp eve dönenlerden, iki boyalı kadın tabarin
bardan, Silvia Majestik’den, Arman Talay, Ulus’dan, üç işçi, bir sendikacı
yürüyüş yapanlardan, dört başka işçi sakal bırakanlardan, Ziya Bey emekli
muhasebe müdürlerinden, Emin Bey eminsulardan, bindiler hepsi akıl almaz
arabasına Sultanahmet’in.
Bindikçe şişiyordu kan emmiş bir tahtakurusu gibi
ahmet’in taksisi ve görenler şaşırıyordu bu işe. Ve Ahmet bastı gaza
Yenişehir’e gitmek üzere müşterilerinin küfürleri, şarkıları ve sevinç
gösterileri arasında. Verdi yirmi beş kuruş değnekçiye dolmuş durağını
bekleyen. Başladı güçlükle yol almağa Ahmet’in arabası bıngıldayarak.
Trafik memuru durdurdu arabayı bir durak sonra. Geldi
düdüğünü öttürerek ve sordu Ahmet’e, “Bilmiyor musun beş kişiden fazla almanın
yasak olduğunu. Ver bakayım muayene kağıdını.”
Başladılar müşteriler homurdanmaya trafik memuruna,
“Kesme ceza, polis amca” diye yalvardı gençler! Polis Bey, işimiz gücümüz var,
bizi burada bekletmeğe hakkın yok”, diye seslendi eminsulardan Emin Amca;
“Boşver polis efendi, zamdan ne haber? Görmüyor musun garip bir şoför” dediler
işçi vatandaşlarımız; “Çek elini bacaklarımdan” diye bağırdı Silvia; “Boynuz mu
çıkaracağız?” diye sordu Ziya Bey emekli muhasebe müdürü.
En sonunda kandırdılar trafik memurunu, “Boşalt
arabanı” dedi polis, Ahmet’e. Ahmet, “Başüstüne boynum kıldan ince.”
Bu arada tıkanmış trafik ve toplanmıştı meraklı bir
yığın kalabalık ve görünce trafik memurunun duygulu davranışını, başlamışlardı
bağırmaya; “Ya ya ya şa şa şa İsmet Paşa çok yaşa.” “Kıbrıs Türktür Türk
kalacaktır.” “Ya ilim, ya ölüm.”
“Ne olmuş? Kim ölmüş?” diye soranlar da bulunuyordu bu
arada. Ahmet’in arabası. Herkes dehşetle bakıyordu ne oluyor diye ve halk
basıyordu yaygarayı tempolu. İndikçe küçüldü araba, küçüldükçe küçüldü, en
sonunda Ahmet indi arabadan arka lastiklere bakmak için, kaldı araba bit kadar.
Yoldan geçen iyi giyimli bir bey, yeni aldığı
ayakkabısının burnuyla ezdi arabasını Ahmet’in böcek ezer gibi.
Börekçi Mehmet Efendi (Aziz Nesin)
Tahtakale’de
o karmakarışık daracık sokaklardan birinde iki katlı bir tahta yapı. Üst
katında Börekçi Mehmet Efendi çalışır. Ya Dağıstanlı yada Türkmenistanlıdır.
Gözleri çekik, elmacık kemikleri çıkık. Dili anayurdunun ağzına çalar.
Konuşmasından Türkiye Türkü olmadığı bellidir.
Babamın tanıdıklarından Mehmet Efendi, bana çok
iyilikler etmiştir. Her gidişimde para verir.
Mehmet Efendi’nin börek yapmakta, börek yufkasını
açmakta ustalığı görülecek bişeydi. Bu öyle bir hünerdi ki, Mehmet Efendi
masasını bir sirkte kurup seyircilerin önünde yufka açsa bana öle gelirdi ki,
seyirciler onu, görülmemiş bir hokkabazlık numarası, yapılamaz bir canbazlık
gösterisi seyreder gibi coşkuyla, ilgiyle seyreder, alkışlardı.
Üstü çinko kaplı bir büyük masa. Gömleğinin kolları
sıvalı Mehmet Efendi’nin, askısı boyundan geçme bir iş önlüğü vardı. Sağ
yanındaki kaptan bir tutam hamur alır, masaya koyar. Hamuru, yağ katarak eze
eze yuğurup açar. Hamur açıla açıla incelir, genişler. Mehmet Efendi,
genişleyip incelen yufkayı, iki eliyle iki yanından tutup, bir yandan öbür yana
doğru başının üstünde evire çevire masanın çinkosuna çarparak vurur. Yufka
masaya her çarpılışta daha incelir, daha genişler. Mehmet Efendi’nin usta
ellerinde havalanan yufka bürümcük gibi, yaşmak gibi dalgalanarak uçuşur. Yufka
ipince olmuştur, artık baklava yada börek yapılmaya hazırdır. Mehmet Efendi,
elini zeytinyağı dolu kaba daldırır, sonra bir tutam hamur daha alır. El
alışkanlığıyla her aldığı hamur aynı ağırlıktadır.
Mehmet Efendi kıymalı, sade, peynirli türlü börekler
hazırlar. Kocaman kara tavalar içine konulan börekler fırına gönderilir.
Yanında sekiz-on kişi çalışır. Bunlardan üçü
yardımcısı, geri kalanlar da satıcılardır. Satıcılardan biri, bir müslüman
Hintlidir. Başında koskocaman bir türban (sarık), uzun kara kıvırcık sakallı
bir adamdır. Türkiye’ye yeni gelmiş, daha konuşması çetrefil. Onun sapını
koluna taktığı bir el camekânı vardır. Börekleri o camekânda satar. Öbür
satıcıların lastik tekerlekli elle sürülen camekânlı arabaları vardır.
Başçı İbrahim cezaevine düştükten sonra, Börekçi
Mehmet Efendi’nin evinde kalıyordum. Mehmet Efendi’nin evi Tahtakale’yle
Süleymaniye arasında dik yokuş üstündeydi. Bir eski büyük konağın bir bölümünde
otururdu. Çok hanım, çok titiz bir eşi vardı. Yüksek tavanlı duvarları, tavanı
renk renk nakışlı o ev, çiçek gibi temizdi. Bu hanım, çok güzel yemekler
yapardı. Bütün bu iyi yanlarına karşın hiç dayanılmaz, çekilmez bir huyu vardı;
bir konuşma hastasıydı. Onu dinlemekten bunalırdım. Hep kocasından yakınırdı.
Ama ona kötü söz söylemezdi de... Öyleyse nesinden yakınırdı? Pek iyi
anlayamazdım. Yalnız sezinleyebildiğime göre, Mehmet Efendi baba olmak
istiyordu. Kendisinden yaşlı olan karısının da çocuğu olmuyordu. Bu yüzden
Mehmet Efendi karısından ayrılacaktı ama, çok iyi yürekli olduğundan
ayrılamıyordu ki... Kadın dertliydi, sinirleri bozuktu. Onun uzun uzun
anlattıkları içinde döne döne söylediği bişey çok hoşuma giderdi. Kadın, Mehmet
Efendi’yle birlikte yaşamanın yükünü omuzlayarak, onunla birlikte çalışarak dar
yerlerden birlikte geçmişler, zor durumlardan kurtulmuşlardı. Mehmet Efendi
bugünkü durumuna gelmişti. İyi para kazanıyordu. Şimdi de, artık kurtuluş
kıyısına varınca karısından boşanmak istiyordu.
Kadın işte bu kısa durumu sözü döndüre dolaştıra
saatlerce günlerce anlatırdı. Kadına çok hak veriyordum. Çünkü benim de bigün
evlenince yaşamın bütün üykünü zorluklarını benimle bölüşecek, birlikte
taşıyacağımız bir karım olacaktı. Her ne başarı kazanırsak, ne yalnız benim, ne
yalnız karımın, ikimizin olacaktı. Daha o yaşımda böyle bir karım olmasını
düşünürdüm.
Kadına hak veriyordum ama Mehmet Efendi’yi de haksız
bulamıyordum; ne yapsın zavallı, karısının çocuğu olmuyor.
Onüç yaşımda, ortaokul birinci sınıf öğrencisiydim ama
o güne dek, yaşıtlarım çocuklar gibi, ne hazır, ne ısmarlama bir takım yeni
elbise giymiştim.
Sanırım bir bayram arefesiydi. Börekçi Mehmet Efendi
bana yeni elbise alacaktı. Mehmet Efendi’yle birlikte Tahtakale’den çıktık.
Çakmakçılar’dan, Bakırcılar’dan geçtik. Kapalıçarşının Beyazıt yanındaki
kapısına geldik. Büyük kapıdan değil de onun bitişiğindeki Bitpazarı
(Batpazarı) kapısından girdik. İçerde sırayla eski-yeni elbiseci dükkanları
vardı. Yeni elbise satan bir dükkana girdik. Dükkan tıklım tıklım askılarda elbiselerle
dolu. Satıcı, bana uyabilecek birçok elbise çıkarıp önüme koydu. Mehmet Efendi,
– Nusret, beğen bakalım bir elbise! dedi.
Olur şey değil, inanılır şey değil, düşte gibiydim.
Mehmet Efendi, beğen beğendiğini, dedi ama çok
iyisini, pahalısını seçersem ayıp olur diye çekiniyordum. Adamın iyilik yapma
isteğini kötüye kullanmaktan utanıyordum. İşte bu eziklik içinde, en çok
beğendiğimi değil, enaz beğendiğimi seçtim. Enaz beğendiğim de benim için çok
güzeldi. Açık renk, sütlükahve rengi, keten kumaştan bir elbise. Uzun
pantalonlu takım elbise, ne güzel şey!..
Mehmet Efendi’nin iyiliği bununla kalmadı. Bana bir de
ayakkabı aldı. Elbisecide, aldığımdan daha güzel, daha beğendiğim elbiseler
vardı ama, girdiğimiz o büyük ayakkabıcı mağazasından aldığımdan daha çok
beğendiğim bir başka ayakkabı yoktu. En güzelini seçmiştim. Ne sarı, ne
kahverengiydi. Sarı-kırmızı kahverengi karışımı, adı konulmamış açok güzel bir
renkteydi ayakkabım.
Aman Tanrım, bunlar benim mi!
Mehmet Efendi’nin bu iyiliğine karşılık, ya ben ona ne
yaptım?
Bana, anayurdundaki yakın akrabalarına bir mektup
yazdırdı. O söyledi, ben yazdım. Zarfın üzerine adresi yazacaktım. Mehmet
Efendi adresini söylüyordu; şimdi unuttum, bilmem ne işi “kârhanesinde” dedi.
Zarfın üzerine, kârhane sözcüğünü yazamadım. Duraksadığımı gören Mehmet Efendi
gülümseyerek,
– Kârhane demek, bizim orda fabrika, işyeri, atelye
demektir... dedi.
Adresi de yazdım. Mektubu içine koyup zarfı bana
verdi. Para da verdi.
– Postaya at! dedi.
Ben, bana bunca iyilikler eden Mehmet Efendi’nin
mektubunu postaya atmadım. Posta parasını yedim. Niyetim kötü değildi. Param
olduğu başka bir zaman postaya atmak üzere mektubu bir kitabın arasına
koymuştum. Ha bugün, ha yarın... Aradan çok zaman geçti. Sonunda? Bigün Ada’ya
giderken, yırtıp yırtıp denizden vapura attım mektubu.
Nedir bu suçun cezası? Her ne ise, en ağır olanını
verin. İşte o sizin biçtiğiniz en ağır cezadan çok daha ağır olanını ben
yıllardanberi vicdanımda çeker dururum.
Bu suçumun çektiğim, yaşam boyu çekmekte olduğum cezası,
işlediğim suç konusunda başkalarına olan güvensizliğimdir. Postaya atması için
her kime mektup versem, bana sanki mektubu postaya vermeyecekmiş gibi gelir.
Bir insan, elinde hiçbir kanıt olmadan başka birini suçluyorsa, aynı suçu
kendisi işlemiş yada işleyebilir demektir. Güvensizlik de böyle, durup dururken
birisine güvensizlik, o konuda kendimize güvenilemeyeceğini ortaya koyar.
Mehmet Efendi’nin işi gittikçe düzeldi. Bakırcılar’da
da dükkan açtı. Sonra daha başka yerlerde... Her zaman bana iyi davrandı,
iyilik etti. Son dükkanı, Taksim alanında, yanan Eftalipos kahvehanesinin
altında- heykelin karşısındadır. Sanırım bu dükkanı bir ortakla açmıştı.
Subay çıkmıştım. Mehmet Efendi’ye uğrayamamıştım.
Subaylıktan ayrıldım. Bigün dükkanına gidip elini öpmek istiyordum. Durumum
biraz düzelsin de öyle giderim deyip duruyordum. Durumum biraz düzelsin de öyle
giderim. Durumum biraz.. Durumum...
Mehmet Efendi öldü.
Elini öpemedim.
Taksim’deki o börekçi dükkanı hala duruyor.
Kimi zaman, kimi davranışlarımı en yakınlarım bile
anlayamaz da yaptıklarımı aptallık diye yorumlarlar. Onlar bikaç cümle içinde
açıklayamayacağım için Mehmet Efendi’nin bana iyilikleri anlatamam. Çok
bunalırsam, davranışımı aptallık diye yorumlayanlara boğazıma bir yumruk
tıkanarak,
– Bana çok iyilikler yaptılar! diye bağırırım.
Ne demek istediğimi anlamazlar elbet.
Bize yapılan iyilikleri, hiçbir zaman, hiçbir biçimde,
ne yaparsa yapalım, bize o iyilikleri yapanlara ödeyemeyiz. Ama daha
başkalarına iyilikler ederek, bize yapılanları ödemeye çalışabiliriz.
Unutamıyorum; Sütlükahve rengi keten takım elbise açık
kahverengi ayakkabı... Sonra da bunları bana alan Mehmet Efendi’nin postaya
veremeyip, yırtıp yırtıp denize attığım mektubu... Bikez bile o börekçi
dükkanına girip elini öpemedim. Yazık, yazık bana!
Süslen Berberi (Umran Nafiz Yiğiter)
Dükkânımız,
tramvay caddesine bakardı. Oraya bir kış günü getirilip bırakıldığımı
hatırlıyorum. Gece yarısından beri yağan karın, parkları, sokakları ve evleri
örttüğü soğuk ve dondurucu bir kış günü... O sabah, okuldan eve yine haber
yollamışlar ve ihtiyar annemle büyük dayım uslanmak bilmeyen okul kaçağını
aramak için yollara dökülmüşlerdi.
Dükkâna girince, dayım iri avucu içerisinde sımsıkı
tuttuğu elimi bırakmış, sobanın ardındaki sandalyesinde oturan, sarışın, saz
benizli genç bir adamın yanına doğru hızla yürümüştü.
Dışarıda, yeni açılmış yollardan tramvaylar çan
çalarak geçip gidiyorlar, otomobiller korna çalarak, etrafa zifoslar saçarak
kayıp geçiyorlardı. Baştan başa buğulanmış büyük vitrinin elle, yer yer
silinmiş kısımlarından tıpkı birer tablo gibi ya kenarlara yığılmış
karlara bata çıka giden bir ihtiyar veya sırtında çanta, elinde mavi sefertası
bulunan mektepli çocuk, yahut da siyah paltolu bir adamın koluna sarılmış,
vücudunun kabarık yerlerini daha fazla çıkarak, tatlı bir eda ile sallana
sallana yürüyen genç bir kadın göze çarpıyordu. Kalfalardan biri, uyur gibi
dizleri üzerindeki gazeteye doğru eğilmiş gözlüklü ve altmışlık bir
adamın saçlarını kesiyor, makası mütemadi şak şaklar çıkarıyor, tavanda asılı
beyaz tahta kafesindeki bir saka kuşu oradan oraya sıçrayarak mütemadiyen
ötüyordu. Ben hemen kapının önünde duvara dayanmış, bir yabancı gibi ayakta
dikiliyordum. Sobanın ardındaki adamla dayım kulak kulağa vererek bir an
konuşmuşlar ve sarışın genç adam:
– Söylediğin çocuk bu mu? diyerek yerinden fırlayıp
yanıma gelmişti.
Süslen Berberini şimdi ilk defa ve yakından
görüyordum. Sivri burnunun kenarında bir iki çille şefkat dolu iri ve koyu
lacivert gözleri derhal göze çarpıyordu. Biz Türklerde ender tesadüf edilecek
kadar uzun boylu idi. Onu, ince belinden sıkılmış beyaz gömleğiyle berberden
ziyade genç bir doktora benzetmiştim. Tıpkı kendisinden yaşamak için kuvvet ve
ümit bekleyen hastasını yoklayan bir doktor gibi yanıma, başucuma gelip
dikilerek kemikli parmaklarını başımda gezdirmeye başlamıştı.
– Nasılsın küçük? diyordu. Demek ki sen de bizim
kafadasın? Böylece çarçabuk mektebini bitirdin? Haydi Allah’tan hayırlısı...
İçerisinde yıllar geçirdiğim dükkanımıza işte böyle
girmiştim. Artık, sabahın alaca karanlığında elimde ufak yemek tasım olduğu
halde yukarı mahalledeki okula değil aşağı semtteki dükkana gitmeye
başlamıştım. Ustam karısı ve çocuklarıyla beraber, dükkanın arkasındaki ufak
bahçeden yedi sekiz basamaklı demir bir merdivenle çıkılan üst katta
oturdukları için daha sabahın erken saatinde dükkanı açılmış bulurdum. İlk
işim, akşamdan içi temizlenmiş, odunu ve çırası konmuş sobayı bir kibritle
ateşlemek olurdu. Usta alaca karanlıkta kapının kilidini açmasıyle beraber,
kalfalar ve çıraklar gelinceye kadar yukarı kata çıkıp ortadan kaybolurdu.
Vitrindeki cicili bicili, kolonya ve tuvalet suyu şişelerinin tozlarını alıp
yerli yerine koymak, duvarlardaki kristal aynaların kenarlarındaki siyahlı
beyazlı camlarla ufak çerçeveler içerisindeki semtimizin sporcularına ait
fotoğrafları silmek ve bütün insanlara köşesinden gülerek bakan ve üstüne
çıktığı sapsarı bir otomobilden el sallayan yarı çıplak sarışın genç kıza ait
tabloyu ve takvimi yerinden itina ile alıp temizleyerek tekrar köşesine koymak
bana büyük bir zevk verirdi. Bu sırada gürültü ile yanmaya başlayan saç soba,
iliklere kadar sıcaklık veren bir havayı ortalığa serper ve hemen takvimin
üstündeki guguklu saatin tik takları ve arada bir çalışları ortalığa dolardı.
İlk tramvayın geçişini seyretmek için, çocukça sabırsızlanırdım. O, bildiğimiz
kırmızılı, yeşilli tramvay arabalarına hiç benzemezdi. Dört tarafı açık, siyaha
bakan gri bir araba idi. Yüzleri morarmış birtakım insanlar içinde ayakta
dururlar, mütemadiyen çan çalarak, adeta azametle geçip giderdi. Hemen onun
ardından gazetecimiz hızla kapıyı açar, gazeteyi atıp koşarak gözden
kaybolurdu. O zaman, çayımı ufak bardağıma kor gazetenin ilk sayfasını dolduran
resimlere ve iri harflerle yazılmış başlıklara bir göz atardım.
Artık sabah olmuştur. Az sonra kalfalar, çıraklar
gelip kardan ıslanmış ceketlerinin kalkık yakalarını indirerek sobanın başında
kurunup ısındıktan sonra beyaz gömleklerini sırtlarına geçirecekler,
üniversiteye giden veya semtin maliye şubesinde, sular idaresinde birer ufak
ödevleri olan delikanlılar birer ikişer dükkanımıza düşeceklerdir... İçlerinde
meşhur bir spor kulübünün oyuncuları da bulunan delikanlılar haftanın spor
hareketleri hakkında münakaşalara girişecekler, koltuklar sabah tuvaleti için
müşterilerle dolacaktır. Yollar kalabalıklaşıp, tramvaylar art arda caddeden
geçmeye başlayınca kırmızı yüzlü, altın çerçeveli gözlüğü top burnunun ucuna
kadar düşmüş, kısa boylu bir adam, hızla içeriye girip:
– Nerede Baba Muharrem? Sabah keyfi hala bitmedi mi?
diye soracaktır.
O zaman ufaklı, büyüklü bir sürü genç insan:
– Muharrem... Muharrem... Uyan evladım!.. diye
haykıracaklar ve ustam, daima şiş ve akları daima biraz kanlı lacivert
gözlerini oğuşturacak işbaşı yapacaktır.
Süslen Berberinde, akşamları bambaşka bir alem
yaşanırdı. Tahsin’in kahvesinde veya vapur iskelesinin üstündeki gazinoda,
dominodan, tavladan usanan emekliler ev dönüşü, saatin beş buçuğunda bizim
dükkana uğramadan yapamazlar... İşini bırakan vatman Mustafa veya şimdi
elektrikte çalışan sıhhiye Halil traş için olmasa bile, kapıdan kafalarını
uzatıp birer merhaba çekeceklerdir... Hele günlerden cuma ise, ne iş
yaptıklarını bile bilmediğim bir sürü insan kapıyı aralayıp sanki yarınki
futbol maçında kaptanlığı ustam yapacakmış gibi:
– Oğlum yarın üç tane var... Hazır olun! diye takılıp
cevap beklemeden yollarına devam edeceklerdir... Bu sırada önündeki müşterisini
ciddiyet ve vakarla traş eden Muharrem usta o tatlı Boşnak şivesiyle:
– Hele sabah ola, hayır ola!.. diye mırıldanacak ve
tatlı tatlı gülümserken başını iki tarafa sallayacaktır.
Şimdi iyice hatırlıyorum, en hararetli münakaşalar
parti konularında yapılırdı. Demiryolu emeklisi Şefkati Bey ne zaman uğrasa,
daha merhaba der demez hemen:
– Be Muharrem ne yapıyor seninkiler böyle?. diye
ortaya bir soru atar ve ustam hep şu cevabı verirdi:
– Uyumuyorlar bey amca... Gece gündüz çalışıyorlar...
– E bizim maaşlara hiç dokunmayacaklar mı?
Muharrem usta bir an düşünür, sanki kendisi yetkili
bir şahısmış gibi bu soruya da hep aynı cevabı verirdi:
– Sabır lazım bey amca... Biraz sabır... Hepsi sıra
ile... ötekilerin hâşa huzur yaptıkları daha öylece durur.
Şefkati Bey ısrarla ayak direrdi:
– Sabır, sabır... Ama evlât... bizde de takat kalmıyor
ha?
– Ne yapalım Şefkati Bey... Para ile değil sıra ile
bu. Allah’a şükür sen kuru ekmeğine bir lokma olsun katık bulabiliyorsun...
Mahdumlardan biri elektrikte, öbürü belediyede... Kerime Hanım ise terzilik
yapar... Biraz da başkalarını düşünelim.
Koyu lacivert gözlerini, bir anda derin bir gölge
kaplar ve uzaktaki bir noktaya merhametle, şefkatle bakardı. Onun bu
bakışlarını hiç unutamam... Bu öyle bir acımak ve öyle bir sevmekti ki, ustamın
o anda bütün insanların iyiliği için derinden derine dualar ettiğini anlardım.
Ben yıllarca ilkbaharın geldiğini, tabiattan evvel
dükkanımızda bulup görmüşümdür. Evle dükkan arasındaki sıra bahçelerden yola
uzanan erik ve kiraz ağaçlarının renk renk çiçek açtıklarının farkına varmadan,
bir sabah dükkana geldiğimde, vitrinin bitişiğindeki kapının menteşelerinden
sökülüp yerine siyah zemin üzerine beyazla “Süslen Berberi” yazılmış boncuk
kapının konduğunu görürdüm.
Artık muhakkak ki, yere, havaya ve suya cemreler
düşmüştür... Artık bütün tabiat buzdan ve soğuktan sıyrılırak iliklere kadar
geçen tatlı bir ılıklık içerisine girmiştir... Artık evlerdeki ve dükkanlardaki
sobalar kalkmış, duvarlar badanalanmış, her taraf silinmiş, süpürülmüştür.
Nitekim dükkanımızda da gözle görülür, elle tutulur bir güzellik, bir yenilik
ve temizlik vücut bulmuştur. Bütün bunlar bir gece içerisinde gizli bir el
tarafından yapılmıştır. Hiç birimizin bir gün dahi yüzünü görmediğimiz ustanın
karısı ile beraber dükkanda da yaz temizliği yapmıştır. Bu temizliği, tabiatın
yeşermesi, mekteplerin tatil ve plaj mevsimi kovalayacaktır. Boğaza ve Adalara
göçler başladığı, sıcakların insanları ve yeryüzünü cayır cayır yaktığı
günlerde bile Süslen Berberi, hep o, bir bahar sabahı yapılmış temizliğin
rutubetini ve serinliğini muhafaza edecektir... Tıpkı, asırlık bir çınarın
altındaki bol rüzgarlı ve gölgeli bir şadırvan, bir türbe gibi...
Hele büyük bir taban halısını andıran arkadaki ufak
bahçe hayallerimize hayal katar, raylarda pırıltılar yapan yaz güneşinden yorulmuş
gözlerimize rahatlık serperdi. Bütün bir kış varlığından bile haberimiz olmayan
ve yaşının çok ilerlemiş olmasına rağmen beyaz saçlarından bir teki dahi
dökülmemiş, posbıyıklı bir ihtiyar sabahın pek erken saatlarında bahçenin
ortasındaki fiskiyeli küçücük havuzun başına bırakılırdı. Saka kuşu, kafesiyle
yazlık yeri olan bahçe duvraındaki çengeline asılır, hemen her yaz ufacık
kameriye filizi yağlıboya ile baştan aşağı boyanırdı. Saçları ve posbıyıkları
itina ile kesilmiş bu ihtiyar, ışıl ışıl bakan fakat görmeyen gözleriyle, arada
bir sallanarak güneşin havuzda oynaşmaya başlamasına kadar oturdulduğu yerde
kalırdı. O zamana kadar mavi boncuklu ceviz renkli küçük radyonun
söylediklerini sessizce dinler, ufak ve sarışın bir kız çocuğunun getirdiği kahvesini
aynı sükunet içerisinde içer ve oğlu Muharrem’in sabah gazetelerine göz atarak
toplayıp kendisine anlattığı dünya olaylarını derin bir tevekkül ve alaka ile
takip ederdi.
Kalfa Mahmut, çırak Süleyman işlerini bitirip dükkanın
kepengi yarıya kadar indirilince, akşamsefalarının üstüne kadar tırmandığı
kameriyedeki ampulün kordonunu pirize takardım. Mavi bir ışık, lacivert, pembe
ve sarı çiçekli halının üstünde boydan boya uzanır, havuzun ikindiye doğru
durdurulmuş fıskıyesi tekrar fısıltılar içerisinde sularını fışkırtmaya
başlardı. Ufak masayı bir köşeye beraberce kurardık. Bir gece evvelinden havuza
atılmış rakı şişesini sudan çıkartınca sabırsızlanmaya başlar:
– Nazlı, yemek hala hazır değil mi? diye yukarı kata
doğru bağırırdı.
Küçük, sarışın bir kız çocuğuyle, mısır püskülü saçlı
bir oğlan çocuğu salataları getirirlerken, tatlı ve şakrak bir kadın sesi
duyulurdu:
– Gönderiyorum... Gönderiyorum.
– Ama, sen de gel.
– Bende geliyorum, yavrum.
Şişenin dibine hırsla bir yumruk atar ve gözucuyla
bana bakarak:
– Haydi bakalım küçük... Ananı daha fazla bekletme!
Şunu da al beraberce yersiniz, derdi.
Onları, güzel bir Isparta halısını andıran
bahçelerinde baş başa bırakarak bir koluma boş yemek tasımı, öbür koluma da
ustamın verdiği bir kavunu veya karpuzu sıkıştırarak sevinçle evimin yolunu
tutardım.
Gene böyle bir gecenin sabahı idi. Dükkana geldiğim
zaman, henüz kapının açılmadığını ve hemen bitişiğimizdeki fotoğrafçı ile
tütüncünün sokağa atılmış ufak sandalyelerde oturup, baş başa vererek bir
şeyler konuşmakta olduklarını görmüştüm.
– Küçük buraya gel!..
Fotoğrafçı Rüstem’e doğru yürüdüm. Bitmek üzere olan
sigarasından bir yenisini tazelerken;
– Bugün git evinde otur.... Yarın sabah gelirsin! ded.
– .......
Şaşkın bakışlarla ona baktım. Boğazını temizlemek
ister gibi üst üste hafifçe öksürdükten sonra ilave etti.
– Muharrem Usta sizlere ömür...
– Ne? Ustam öldü mü?
– Öldü ya... Akşam hastaneye kaldırdık... Bu sabah...
Kalfalar, karısı hastanedeler... Haydi sen evine git çocuğum!..
Ölümün iştah gibi insanoğlunun dişinin dibinde, gölge
kadar ayaklarının ucunda olduğunu bir kere daha görüyordum. Demek ki daha dün
akşam sabırsızlıkla Nazlısını çağıran, hırsla küçük rakı şişesinin dibine
yumruk sallayan saz benizli, lacivert gözleri şefkat ve merhamet dolu genç adam
şimdi yaşamıyordu. O günü ve gecesini kabuslar içerisinde geçirdiğimi söylemeye
bilmem lüzum var mı?
Ertesi sabah erkenden dükkana koştum. Kapı açıktı.
İçeriye korkak adımlarla girdim. Her taraf adeta loştu. Siyah çerçeveli
tablolardaki resimler, otomobil reklamı üstündeki sarışın kız ve bütün eşyalar
derin bir sükut içerisinde idiler... ayaklarımın ucuna basarak ilerledim...
Bahçe ile dükkan arasındaki tel kapıyı yavaşça araladım. Havuzun başında esmer ve
güzel bir kadınla kara kuru bir adam oturuyorlardı. Kasketimi elime alarak bir
iki adım daha ilerledim. Ne söyleyeceğimi bilmiyordum. Sükutla, tıpkı bu
dükkana geldiğim günkü gibi olduğum yerde dikildim.
Esmer kadın, beni göstererek:
– Söylediğim çocuk budur!.. dedi. Rahmetli yedi buçuk
lira haftalık verirdi. Çalışkan bir çocuktur... İstersen bunu alakoyalım...
– ......
Ben sesi tanıyordum. Evet bu tatlı ve şakrak sesi ben
ilk defa duymuyordum. Bu ses ustamın horozdan bile gizlediği karısının sesi
olmalı idi.
– Oğlum senin adın ne bakayım?
– Adım Recep amca1
– Yaşın kaç?
– On dört...
– Kaç senedir burada çalışıyorsun?
– Dört.
– Bu dükkanı şimdi biz işleteceğiz. Nasıl bizle
çalışır mısın?
– Çalışırım amca..
– Aferin sana. Bizde iyi çalışacak olursan haftalığını
on liraya çıkartırız.
– Sağol; amca.
– Bana Galip Usta derler. Pazar yerindeki kadın berber
dükkanın sahibiyim.
– Kadın berber dükkanının mı?
– Ha, ya!
–.....
– Yarın Beyoğlu’ndan iki yeni kalfa ile bir de kadın
işi yapan matmazel gelecek. Aşağıda erkek yukarıda kadın işi yapacağız. Gözünü
açarsan bahşişten de haftada en az bir beşlik kıvırırsın... Ama gözünü dört
açmalısın! O gömleğini evde adamakıllı bir yıkatmalı. Üstünü başını bir düzene
sokmalı, anladın mı?
– Anladım, amca.
– Hem, bana bir daha amca deme. Galip Usta de.
– Peki, amca. Şey, olur Galip Usta.
– Haydi bakalım! Bugün sana benden izin. Noksanlarını
tamamlayıp yarın sabah erkenden işbaşı yapmalı!.. Marş!..
O an için bir daha semtine bile uğramamayı düşündüğüm,
Süslen Berberinin başına gelenlere hala şaşmaktayım. O güzel yaz gecesini
kovalayan tatlı yaz sabahında, tıpkı gafil avlanan düşmana yapılan bir baskın
gibi dükkan ve insanları hücum altında kalmışlardı. Azrailin o gizli eli
Muharrem Usta’yı sahneden çekip alınca, nasıl oldu bilinmez, beyaz saçlı
posbıyıklı kör ihtiyar, sarışın, yeşil gözlü ufak kız çocuğuyla beyaza bakan
mısır püskülü saçlı oğlan çocuğu, kalfalar ve çıraklar sırra kadem bastılar...
Dükkan ve insanları bir anda değişiverdi. Tıpkı fırtınanın ardından gelen
sessizlik, hücumu takip eden dinlenme saati gibi ortalığı bir sükunet kapladı.
Bu ani hücumdan sonra hisselerine düşen ganimetleri alanlar köşelerine
çekildiler. Geçen hafta da yeni ustamla Nazlı Abla’nın nikahları kıyıldı.
Komşulara bakarsanız yıllardır, ta Muharrem Usta’nın bu dükkanı açtığından beri
ardı arası kesilmeyen dedikodunun da böylece sonu alınmış oldu.
Şimdi yine her şey eskisi gibi. Hatta eskisinden de
güzel. Dükkanın içi ve dışı yağlıboya ile boyandı. Yeni resimler, yeni eşyalar
ve yeni insanlar eskisinden daha güler yüzlüler. Kuyrukaltı oldu diye bir ay
kadar görünmeyen ve kafesi siyah bezlerle örtülen saka kuşu bile şimdi tekrar
güneşe ve hayata kavuştu. Mütemadiyen ötüyor... Hatta Galip Usta yukarıki salon
için bir de kanarya aldı. Dedim ya canım, her şey, her şey eskisi gibi.
Eskisinden de iyi. Benim bile haftalığımı on liraya çıkardılar. Bahşiş de
haftada beş kağıttan aşağı düşmüyor.
Ama bütün bunlara ve her şeye ramen, insanın içine ve
dışına serinlik veren o rüzgar dolu çınar altındaki türbe havasının huzur ve
rahatından eser yok... Burası da büyük şehirlerin kocaman caddelerindeki o asrî
berber salonlarından biri haline geldi. Artık semtimizin sporcu gençlerinden,
emekli ihtiyarlarından uğrayan kalmadı. Sırası geldikçe spordan hoşlanmadığını
ve daima ekmek partisinden olduğunu tekrarlayan Galip Usta öyle geveze
müşterilerden hazzetmez. O, birkaç gün içerisinde binlerce karganın bile
yapamayacağını yaptı. Ortada Süslen Berberinden bir şeycik bırakmadı. Zaman
zaman, şimdi kasada oturan karısının buğday renkli, iri siyah gözlü güzel
yüzüne nedense içim ürpererek bakarken burada bir zamanlar semtin insanları ve
havasıyle dolu bir berber dükkanı var mı idi, diye kendi kendime sorarım da bir
türlü “Evet!” diyemem...
Şimdi dükkanımızda makasların şak şaklarından ziyade elektrikle işleyen makinelerin uğultuları duyuluyor...
Filimci Seyit Amca (Erhan Bener)
Seyit Amcayı
tanıdığımda, filmciliği de, asıl mesleği olan kadayıfçılığı da çoktan
bırakmıştı. Oğullarının, biraz bitleri kanlanınca, baba mesleğini küçümseyip bu
küçük kasabada daha fazla körelmek istemediklerini söyleyerek, ufak çapta
inşaat işleri yapmak üzere kalkıp İstanbul’a gitmeleri ve orada yerleşmeleri
üzerine, tek başına altından kalkamayacağını düşünerek, fırınını da devretmişti
başkalarına.
Tepe Mahallesindeki iki katlı ahşap evinde tek başına
yaşıyordu. Seyit Amca. Karısının kaç yıl önce öldüğünü anımsamıyordu
bile. Bir kere sormuştum. “Ölülerin arkasından konuşulmaz, ama bizimki çok
konuşurdu; çocukları da hayırsız çıktı!” diye kestirip atmıştı. Galiba, biraz
kızını özlüyordu. Zaman zaman. Ellere verip gurbete yollamıştı kızını ve ayda
yılda bir, şöylece alabiliyordu haberini. Başka bir akrabası, hısmını ya da
yakını olduğunu bilmiyorum.
Yalnızlıktan yakınanlardan değildi Seyit Amca. Kendi
işini kendi görür, konuşacak kimse bulamazsa, kendi kendisiyle konuşurdu. Her
şeyi olduğu gibi kabul etmek gerektiğini söylerdi. Başta kendisi, herkesle
biraz alaycı bir tarzda konuşur, yaşamı fazla ciddiye alanlarla da,
önemsemeyenlerle de dalga geçerdi.
Birbirlerine hemen hiç benzemedikleri halde, babamla
ikisi iyi arkadaştılar. Gerçi babam da yalnızdı burada, onun gibi; o da, kendi
deyimiyle inziva’ya çekilmişti; ama babam, insanlarla birlikte olmaktan zevk alırdı.
En büyük korkusu yalnız kalmak, aranıp sorulmamaktı. Biraz alıngan ve küsegendi
de galiba. Babamdan haber alamayıp da meraka düştüğümüzde, Seyit Amcayı arar,
ondan haber alırdık. Zaten, benim hatırım için telefon bağlanmasına razı
olmuştu evine. “Babanla ikimiz düdük gibi kaldık orta yerde ama, merak etme,
biz eski toprağız, kuyruğu dik tutmasını biliriz!” diyerek, yalnızlıklarını
hafife almayı, benim kaygılarımı bir ölçüde gidermeyi becerirdi.
Aradan bunca zaman geçmesine karşın, gözlerimi
kapadığımda, hemen hemen bir fotoğraf sadakatiyle gözlerimin önünde
canlandırmayı başarabildiğim nadir insanlardandır. Seyit Amca. Onu ilk
gördüğümde, altmış yaşın biraz üstünde, ama vaktinden önce ihtiyarlamış, hatta
çökmüş görünen; iyice seyrelmiş, havada uçuşan gümüş telli saçları; aynı
renkte, ama gür ve dağınık kaşlarının altında, bana hep hafif alaycı
bakıyorlarmış duygusu veren küçük güleç gözleri; üstdudağını kapatan bembeyaz
bıyıkları; tümüyle ağarmış, düzenli bakılmamak yüzünden çatal çatal olmuş top
sakalı; kırışıklıklarının arası iyice kararmış, koyu renk, kırış kırış
teni; kısacık boyu ve sırtındaki, hemen hemen yaz kış hiç değişmeyen hep
aynı çizgili koyu renk mintanlarıyla, tam onu tanımadan önce bana anlatılan ve
benim düşlediğim gibi bir ihtiyarcıktı.
Babamla çok eskiden, gençlik yıllarından beri
tanışıyorlarmış. Babam, gençliğinde bir süre bu kasabada memuriyet yapmışmış. O
zaman da çok sevmiş burasını. Seyit Amcamın ısrarıyla, şimdi oturduğu evin
arsasını da o zaman almış. Bundan, annem ölene kadar hiçbirimizin haberi
olmamıştı. Emekli olduktan sonra, orman içindeki bu şirin ve sessiz kasabaya
yerleşmek istemesinde, Seyit Amca ile aralarındaki yıllar öncesine dayanan eski
ve köklü dostluğun da bir etkisi oldu mu, bilmiyorum. Annem sağ olsaydı, herhalde
onu buralara getiremezdi babam. Babam da insan içinde olmaktan zevk alırdı, ama
annem kalabalık içinde olmazsa yaşayamazdı. Pek çok dostu, arkadaşı vardı;
bütün akrabalarıyla hatta babamınkilerle bile iyi ilişkiler içindeydi; kız
kardeşim kabul etmek istemez ama, sanırım babam son zamanlarda bu ilişkilerden
artık boğulur hale gelmişti ve annem öldükten sonra, biraz da, onun bu yakın
dostlarından, hısım ve akrabalarından uzaklaşmak için seçti bu ıssız Anadolu
kasabasını, yaşamının son yıllarını geçirmek için.
Babam emekli olduğunda ben, Ankara’ya bizim yanımıza
gelmesini istemiştim. Kız kardeşim de İstanbul’a kendi yanına gelmesi için
yalvar yakar oldu, ama babam burayı yeğledi. Emekli aylığıyla başka yerde
geçinemezmiş; çocuklarına yük olmayı da hiç istemezmiş.
Bir bakıma iyi de oldu. Burası Ankara’ya da İstanbul’a
da yakın. Yol üstü sayılır. İki kardeş sık sık gelip gidebiliyoruz; arada,
kandırıp yanımıza getirtebiliyoruz. Emekli ikramiyesiyle yapıldı şimdi oturduğu
ev. Seyit Amca, her gün başında durdu inşaatın, yoksa, kız kardeşimle ben,
gizli gizli yardım etsek de, bu ev öyle emekli ikramiyesiyle kolay kolay
tamamlanamazdı. seyit Amca ona, ev işlerini yapacak bir kadıncağız da buldu.
Hem de, kendi deyimiyle, ağzına yüzüne bakılabilir cinsten. Babam Seyit amca
için, “Horoz ölmüş ama, gözü çöplükte kalmış!” derdi. ‘“Adamı bıraksan, yaşına
başına bakmaz, dört karı birden alır! Tevekkeli, karısı erken erken çekip
gitmiş!”
Seyit Amca ile babamın içtikleri su ayrı gitmiyordu.
Kız kardeşim de, ben de, onu tanıyınca pek sevmiştik; ikimizin de Filimci
Seyit Amcası olup çıkmıştı hemencecik.
Filimciliğinin nereden geldiğini, doğrusu, ilk
zamanlarda bilmiyordum. Kahvedeki delikanlılar, hatta eski adamlar, ondan
sözederlerken öyle diyorlar diye, ben de onun sözü geçti mi, “Bizim Filimci
seyit Amca!” der olmuştum. kız kardeşim de ben öyle diyorum diye benimsemişti
bu lakabı.
Seyit Amcanın Latin harfleriyle okuma yazma
bilmediğini öğrendiğimde çok şaşırmıştım. Her şeye aklı eren, cin gibi bir
adamdı. Babam ki, kendi kuşağındakiler arasında sivrilmiş bir insandır; Birinci
Dünya Savaşının başladığı yıllarda Darülfünun Edebiyat Fakültesini bitirmiş,
İnönü’nün cumhurbaşkanlığı sırasında, bir süre, bir bakanlıkta, önemli bir
dairenin başkanlığını yapmıştır; ama işte o, Latin harfleriyle okuma yazma
bilmeyen kadayıfçı Seyit Amca, tartışmaya başladıkları zaman, çok kez babamı
pes ettirirdi. O babam ki, Nuh deyip Peygamber demeyenlerdendi.
Birkaç kez tanık olmuştum tartışmalarına. Seyit
Amcanın toplumsal sorunlardan politikaya, felsefe ve tasavvuftan, tarih ve din
bilgisine, kozmogoniden insan psikolojisine kadar, geniş yelpazeli bir bilgi
dağarı; tutarlı, inandırıcı bir düşünme ve düşündüğünü ifade etme gücü vardı.
işin aslını astarını bilmediğim için, Seyit Amcayı ilk
tanıdığım sıralarda, okuma yazma bilmeyen bir insanın bu kadar çok şey
öğrenmesi, kendisini bu kadar iyi yetiştirmiş olması, inanılmaz görünmüştü
gözüme. Bunun sırrını öğrenmek için babama sormuştum.
“Seyit, eski yazıyla okuyup yazmayı iyi bilir”,
demişti babam. “İstanbul’a, tahsile gittiğinde, biraz Fransızca da öğrenmiş.
Aslen Çerkestir bunlar, Kafkasya’dan hicret etmişler buralara. Eskiden, adam
olmak için mektebe medreseye gidip diploma almak şart değildi. Seyit, burada
mahalle okulunu bitirdikten sonra, babasının teşvikiyle İstanbul’a
gitmiş, orada, memleketlisi, bir alim kişiden icazet almış, gerçi
dinbilgisi konusunda ama, o zamanki din bilginleri, şimdiki gibi echeli cühela
taifesinden olmadıklarından, öğrencilerine dünya ve kainat hakkında geniş
bilgiler verirler, onları mükemmel ve kamil insanlar olarak yetiştirirlerdi.
Buraya babasının elini öpüp tahsiline ilahiyat fakültesinde devam etmek için
iznini almak üzere dönmüş, ama tam o sırad önce Balkan Savaşı, sonra da
Birinci Dünya Savaşı çıkmış, Seyit buralarda kalmış. İmametle geçinmek
olanaksızdı, demişti bir gün bana. Ecdattan kalma bir kadayıfçı fırınları
varmış. Geçim derdi bu, o da geçmiş fırının başına. O fırında çalışırken bile
elinden kitap düşmezdi, ben tanığıyım! Senin şu Gorki gibi bir adamdır o!
Hafife alma!”
Seyit Amcanın babası da mahalle okulunda hocaymış
zamanında. “Sarıklı ulemadandı”, diye anlatmıştı bana bir ara. Anzavurcularla
birlik oldu diye, Kuvayı milliyeciler adamı asmışlar. Babamın söylediğine göre,
aslında hayali uyanık bir adammış Seyit Amacanın babası. Ne var ki, o
tarihlerde, aydın geçinen pek çok insan gibi, padişahın buyruklarına karşı
çıkmayı -onu Zıllullahualem, yani Tanrı’nın yeryüzündeki gölgesi saydıkları
için- Tanrı’nın buyruklarına karşı çıkmakla bir tutuyorlarmış. Bu yüzden
de Kemalcileri zındık bellemişler.
Seyit Amcaya gelince, babasının durumu ve kendisinin
gördüğü eğitim dikkate alındığında, onun, yobaz ve köktendinci birisi olduğu
düşünülebilirdi; oysa, çok açık fikirli bir insandı. Seyit Amca. Politik
düşünceleri, inanılmayacak derecede tutuculuktan uzak, hatta pek çok bakımdan,
kendilerini solda sayan partilerin savundukları düşüncelerden ilerdeydi.
“Peki ama, böyle bir adam, nasıl olmuş da yeni Türkçe
harflerle okuma yazmayı öğrenmemiş?” diye sormuştum babama. “Üstelik, Latin
harflerini bildiği halde?”
Bunun tek nedeni, kendisine göre, tamamen haksız
olarak ve üstelik yargılamadan babasını ipe çeken Kuvayımilliyecilere karşı
duyduğu öfkeydi. Onların başı diye, Mustafa Kemal’e de iyi gözle bakmıyordu ve
salt bu yüzden, yani ona inat olsun diye, yeni Türkçe harfleri öğrenmemişti.
Benim asıl merakımı çeken, onun filmciliğiydi. Babamı
görmeye gittiğim bir sırada bir gün, Seyit Amcayla nasılsa bizim evde yalnız
kaldık. Konuşma sırasına, kızdıracağımdan korka korka, filimciliğinin aslını
esasını öğrenmek istediğimi söyledim.
Korktuğumun aksine, gülerek yanıtladı beni.
Gençliğinde, anladığıma göre, yirmili yıllarda, iş
için, alışveriş için, aynı zamanda, biraz da gezip tozmak amacıyla, arada
sırada İstanbul’a gidermiş. Eh, o zaman, halleri vakitleri henüz oldukça
iyiymiş. Cebinde parası bolcanaymış. Bekarmış da. Yakışıklı da sayılırmış.
Açıkça bir şey söylememişti ama, galiba, Beyoğlu’nda bir de Rum metres
tutmuşmuş. Bir gittiğinde, bu Rum metres -o, gayrimüslim bir arkadaş demişti!-
onu alıp Şehzadebaşı’nda bir sinemaya götürmüş.
O dönem, henüz sessiz film dönemi. Tabii, siyah beyaz,
Buster Keaton’lar, Charlie Chaplin’ler oynuyor. Bunları anlatırken, oyuncuların
adlarını İngilizce asıllarına uygun olarak kusursuzca söylüyordu Seyit Amca..
İlk sinemaya gidişini anlatırken de, aradan o kadar uzun zaman geçmesine
karşın, bayağı heyecanlanmıştı. Önce, neye uğradığını şaşırmış, perdede
gördüklerini gerçek sanmış, lokomotif üzerlerine doğru gelince, metresinin koluna
sıkı sıkı yapışmış; bağırmamak için kendisini zor tutmuş! Ama giderek,
filmlerde gördüklerinin birer düş, bir çeşit gölge oyunu olduğunu öğrenince,
sinemaya hayran olmuş.
O günleri anlatırken,
“öteki dünya dedikleri de bunun gibi bir şey olmalı,
diye düşünmüştüm evlat!” demişti. “Daha sonra bu sinema sevgisi bende kara
sevda gibi bir şeye dönüştü! Sinemaya ilk gittiğimizde, ilk anda biraz
korkmuştum, ne yalan söyleyeyim, ama sonra, adeta büyülendim. Seyrederken,
sıtma tutmuş gibi her tarafım titriyordu. Ertesi gün memlekete dönmem
gerekiyorken, bir haftadan fazla uzattım İstanbul’da kalışımı. işi, alışverişi
bir yana bıraktım. Param suyunu çekmemiş olsa daha da kalırdım. O zamanlar,
belki şimdiki kadar değil ama, yine de birçok sinema salonu vardı İstanbul’da.
O süre içinde, Tepebaşı’nda, Beyoğlu’nda, Şehzadebaşı’nda ne kadar saln varsa,
hepsine girip çıktım diyebilirim. Tabii hepsinden büyüğü, Elhamra Sineması. O
ne görkemli salondu. Kırmızı kadife koltuklar, yerlerde halılar,
seyircilerin hepsi sosyeteden... Komediler, dramlar, trajedyalar,
birinden çıkıp ötekine giriyordum. Hasta gibi bir şey olmuştum.
Tabii sonunda, zorunlu olarak, buraya, memlekete
döndüm. Bir sevgiliden ayrılmış gibi, sersemim, mutsuzum! Arkadaşlara
anlatıyorum, kimi inanmıyor, kimi benimle alay ediyor, kimi de kendileriyle
dalga geçtiğimi sanıp kızıyor...”
İçlerinde, bir rüştiyeyi İstanbul’da okumuş olan
Muallim Ali Efendi görmüşmüş sinemayı daha önce.
“Onu tanık gösterdim”, diye sürdürmüştü Seyit Amca
öyküsünü. “Ne var ki, o benim gibi önemsememiş meğer sinemayı. anlat şu
ahmaklara sinemayı deyince, burnuma güldü! Ne var bunda, Karagöz’den farkı
yok deyip geçti. Kızdım, bunların hepsi ahmak, terakkiden, sanattan, ilmi
irfandan nasipleri yok, güzelden, güzellikten bir şey anlamıyorlar diye
söylenerek nefes tüketmekten vazgeçtim, kendimi yatıştırmaya çalıştım; ama ne
fayda! Uykularım kaçtı. Sonunda burada bir sinema açmayı iyice aklıma koydum.
Önce, kendime bir ortak bulmayı düşündüm. Yalnız
sermaye açısından değil; kasabalıya karşı bana destek verecek birisiyle
işbirliği yapmakta fayda vardı. Ama ne gezer! kimseyi kandıramadım. Sinemanın
ne olduğunu bilmeyen, ömürlerinde bir kere bile sinemaya gitmemiş insanlar,
böyle bir işe para yatırırlar mı?
Kasabaya elektrik yeni gelmiş, o da akşamları iki saat
kadar yanıyor, o kadar. Evlerin çoğunda o da yok. Sinema açacak, filim
gösterecek salon da yok aslında. Çarşı içinde, derenin yanında, yamacın orada,
depremden önce kasabanın en büyük kahvesi, ki o zamanlar kıraathane denilirdi,
Mustafa Efendi adında, az çok dünya görmüş, biraz mürekkep yalamış bir adama
aitti. Sinema için en uygun yer de onun kıraathanesiydi; üstelik kıraathanenin
elektriği de vardı. Gerçi, Mustafa Efendi de, okumuş yazmış olmasına
karşın, yeniliklere, yeni şeylere pek de iyi gözle bakanlardan değildi ama, onu
kandırabileceğimi umuyordum. Laf aramızda, onun babası da, bizim peder gibi
anzavurculardandı.
Oldu bittiye getirmek için, önce kimseye bir şey
söylemedim. Sinema işinden vazgeçmiş göründüm. Bir iki ay bekledim. Bu arada
birkaç parça tarla sattım, sonra parayı cebime koyup İstanbul’a gittim.
İstanbul’a gitmek deyince, öyle şimdiki gibi
yakıncacık bir yer sanma. O günün koşullarında en az iki günlük yol. Her neyse,
geçmiş gün, cebimde para var, aklıma da koymuşum bir kez sinema açacağım diye,
İstanbul’a varınca, tanıdık tüccarlarla konuştum. Bana güldüler, ‘Sen deli
misin, istanbul gibi bir medeni yerde bile pek fazla rağbet olmuyor, hacı hoca
takımı sinemaya giden kafir olur diye halkı kışkırtıyor, sizin orada sinemanın
ne işi var, vallahi seni taşa tutarlar!” diye beni caydırmaya çalıştılar,
aldırış etmedim. Gerçi bizim burada yobaz çoktur ama, herkes benim ve pederin
kim olduğunu biliyor. Ben Hacı Muhiddin Efendiden icazet almışım, kimse ağzını
açıp laf edemez benim karşımda. Sonra, ne de olsa, Cumhuriyet devri, Devletin
polisi, candarması var!
Tahtakalede, babamın tanıdığı Selanik dönmesi bir
tüccar vardı. Aslı Yahudidir bunların. İthalat işleri falan yapardı. Gittim,
onu buldum. O da önce beni caydırmaya çalıştı. Ben direttim. İyice kararlı
olduğuma aklı kesince, “Bak oğlum, tabii sen bilirsin, benden söylemesi! Babana
saygım vardır da ondan, oğlunun başı belaya girsin istemedim. Ama madem kafana
takmışsın bu kadar, ben ne söylesem boş! dedi ve aldı beni, bir İtalyan tüccara
götürdü. Adam, Gaumont’un temsilcisiymiş. Bir makineyle beş altı bobim filim
aldım. Makineyi kurmasını, kullanmasını öğrettiler hemen orada, ayaküstü. Bir
de bu işin tek tehlikesi, o zamanki filmler çok çabuk tutuşuyormuş, bu yüzden
yangına karşı dikkatli olmamı tembih ettiler.
Sevincimdem uçuyordum. Dönüp geldim kasabaya. Hemen
gidip kahvehane sahibi Mustafa Efendiyi buldum. Haftada iki gece, ikişer
saatliğine kıraathanesini kiralamak istediğimi, sinema filmi göstereceğimi
söyledim. Önce razı olmadı. ‘Gavur icadını kahveme sokmam!’ diye tutturdu. Ben
de kalktım, amcama gittim. Aslında o bizim ailenin en yobazıdır ama, kendisinin
hiç evladı olmadığı için, beni pek sever, bir dediğimi iki etmezdi. Onun da
aklı pek kesmedi ama, ben yalvarıp yakarınca, Mustafa Efendiyle konuşmaya razı
oldu. Amcamı herkes sayardı. Mustafa Efendi de amcama karşı çıkamadı. Yine
amcamın sayesinde, Kaymakamdan da ruhsat çıkarttık. Emniyet Amiri, -kafaya bak,
kafaya!- asayiş bozulur, falan diye mırın kırın etmek istediysede, onu da her
gösterimde istediği kadar bedava yer ayırtacağımı söyleyerek razı ettim. Daha
sonra, hemen gidip kaput bezinden bir perde diktirdim, kahvenin duvarına
gerdirdim. Pek, İstanbul’da gördüklerim kadar güzel olmamıştı ama, buradaki
kahveden bozma sinema salonuna yeter de artardı bile1
Sinema makinesini de kahveye kurduktan sonra,
Belediyenin tellalını çarşıda, mahalle aralarında dolaştırarak çığırttım. Akşam
oldu. Ben herkesten daha heyecanlıyım aslında. Millet, birer ikişer geliyor, kahvenin
önünde duruyor, pencereye astığım afişi yan gözle inceliyor, çekingen çekingen
başlarını kapıdan uzatarak makineyi ve perdeyi gözden geçiriyor, sonra da ‘Cık,
cık!...’ diyerek çekip gidiyordu.
Alışsınlar diye bilet ücretini çok ucuz tutmuştum. Neredeyse
bir bardak çay parası! Her neyse, senin anlayacağın, ilk gece beş on kişi ancak
geldi. Üzülmedim desem yalan olur! Ama bunu beklemiyor da değildim. Aklıma
koymuştum bir kere. Sabredecektim.
Gerçekten de, ikinci gece, kahve yarı yarıya doldu.
Sevinçten uçtum. Ertesi sefer, yine üç beş kişi. Çoluk çocuk, o kadar. Bu
seferlik biletsiz girin, diyorum, kapıdan başlarını şöyle bir uzatıyor, sonra
çekip gidiyorlar!
İşe bak, işe! En azından merak diye bir şey vardır,
değil mi evlat? İnsan, en azından kedilerden ibret almalı. Her yere, her
şeye burunlarını sokarlar mübarek hayvanlar. Bizimkiler de sözümona
insan! Ama yok, ne gezer! Yaşamasını bilmiyor bu millet! akşam oldu mu,
tavuklar gibi erkenden yatsınlar. Tek satır bir şey okumasınlar. tek bir şey
düşünüp de kafalarını yormasınlar! Sanayii nefise dersen, hak getire! Kimsenin
umurunda değil, kimse hiçbir şeyi farkında değil! Varsa yoksa, camilerde beş
vakit, cahil imamın ne dediği anlaşılmaz saçmasapan vaazlarını dinleyip,
birbirlerinin ayak kokularını koklaya koklaya yatıp kalksınlar! Böyle din mi
olur, böyle ibadet mi olur?
Velhasılı kelam, bizim filimcilik işi çabucak bitti.
Makineyi alıp İstanbul’a geri götürdüm. İtalyan tüccara aldığım fiyatın
yarısına zor sattım. Filimler elimde kaldı, hala dururlar bir köşede. Yaptığım
onca masraf da cabası. Ama inan olsun, hiç pişman olmadım. İnsan bir şeye
inanmışsa, gönül vermişse, onu elde etmek, o işi başarmak için sonuna kadar
çabalamalı, aksi halde, bir daha kendisine saygısı kalmaz. Eğer bu işe
kalkışmasaydım, ömrü billah ah vah diyecek, kendime taan edecektim.
Başaramadım. Olsun varsın, hiç değilse teşebbüs ettim ya! O filimler, başka
filimlerdi evlat! Gerçek sanat eseri diye onlara derim ben. Çalgıyla, çengiyle,
konuşa oynaşa, herkes film çevirir! O zamanın yönetmenleri, kameramanları,
artistleri başkaydı. O jestler, o mimikler, o bakışlar... Konuşma yoktu ama,
hemen anlardın ne demek istediklerini. Ben kendi hesabıma arada gösterdikleri
yazıları hiç merak etmedim. Ama nerede şimdi o jönprömiyeler, o primadonnalar...
Bak, şimdi iki tane sinema salonu var kasabamızda,
tabii hep renkli filmler, falan filan! Ben hiç gitmem, çünkü hoşlanmam! Bir
kez, epeyce oluyor, yine İstanbul’da bir sinemaya götürdüler beni çocuklar.
Zorla. Teknolojik harikaymış! Kapıda ellerimize kağıttan birer uyduruk gözlük
tutuşturdular. Üç boyutlu sinemaymış. Filim, orta yerde oynuyor gibiymiş.
Gerçekten de insan olayın içindeymiş gibi hissediyor kendisini, bir tuhaf
heyecanlanıyor. Bir mağaraya giriyorsun, yarasalar salona yayılıyor sanki. Bir
top namlusunu üstünüze çeviriyorlar, top bir patlıyor, mermi üstünüze geliyor
gibi paniğe kapılıyorsunuz. İlginç ve etkileyiciydi, itiraf etmem gerek. Ama
sanat bunun neresinde, söyler misin?”
Söylediklerine büyük ölçüde hak vermemek olanaksızdı
Seyit Amcanın. Babamın söylediğine göre, gerçekten de sinemaya gitmezmiş ama,
kasabaya arada sırada uğrak veren tuluat kumpanyalarının gösterilerini hiç
kaçırmazmış. Her gece en ön sırada otururmuş. Tuluat tiyatrosuyla sessiz
filim arasında ne gibi bir benzerlik buluyordu, Allah bilir!
Yıllar yılları kovaladı. Babam çok yaşlandı; oysa
Seyit Amca, sanki altmış beş yaşında bir kez ihtiyarlamış, sonra orada
kalmıştı. Kasabaya her uğrayışımda babamı daha çökmüş görüyordum, oysa o hemen
hiç değişmiyordu. Babamdan birkaç yaş da büyüktü. Öldüğünde seksenini geçmişti
sanırım ve hala babamdan çok daha dinç görünüyordu.
Bir gün, bunu kendisine söylemiştim. “Baban, yapacak
bir şey bulamadığı, hiçbir tutkusu, inanacak hiçbir putu kalmadığı için
sıkılmaya başladı bu dünyadan, ama ben daha hala bir şeyler yapabileceğimi
düşünüyorum, en azından düşlüyorum; işlerimi bitirmedim bu dünyada gibi geliyor
bana, onun için yaşıyorum!” demişti.
Bir akşam, geldiğimi öğrenmiş, beni görmek için
uğramıştı. Oturdu. Televizyonda, sessiz film döneminin eski ünlü kordelaları,
özellikle de güldürüleri gösteriliyordu. Seyit Amca çok heyecanlandı. Biz
gülerken, onun gözlerinden yaşlar boşanıyordu.
“Sinemaya gitmeyi hala sevmiyor, ama televizyonun
başından da kalkmıyor. Hele böyle eski filmler gösterildiği zaman!” demişti
babam.
Geçen yıl, ramazana beş on gün kala, Seyit Amca babama
gelmiş;
“Beş milyon ver bana!” demiş.
“Ne yapacaksın o kadar parayı?”
“Kadayıf fırını açacağım. Ramazanda iyi iş yaparız.
İster ortak olursun, ister faiziyle, ödünç verirsin!”
Babam, o yaştan sonra kadayıfçılığa dönmenin akıl kârı
olmadığını söylemiş ama dinletememiş. “Aklına bir şey koymasın, karşısına bütün
dünya çıksa, vazgeçmez o!” diyordu. Tabii, o kadar dostlukları var, beş milyonu
mu esirgeyecek! çıkarıp vermiş, “Öyle faiz maiz diye de laf etme bana bir
daha!” demiş. Herhalde başkalarından da bir miktar daha ödünç almış, artık
çalıştırılmayan eski bir fırın bulmuş, içini dışını onartıp badanalatmış.
“Bari yanına bir hamurkâr, işten anlayan bir işçi, bir
çırak falan bulalım!” diye ısrar etmişler ama o, “Bu işi benim gibi kimse
bilemez!” diye önerileri geri çevirmiş.
Arife gecesi hamur açarken, birden başı önüne düşmüş,
oracıkta ölmüş.
Bayram dolayısıyla, babamın elini öpmek için gitmiştim
oraya. Seyit Amcanın oğulları da nasılsa gelmişlermiş, babalarının öleceği
içlerine doğmuş gibi. Yine de, adamcağızın cenazesini kaldırtmak bana düştü.
Oğullarına rica ettim, o eski filmleri bulalım da, ya film enstitüsüne ya
da TRT’ye verelim, dedim.
Bulmasına bulduk ama teneke kutular rütubetten iyice
paslanmış, erimiş, filmler birbirlerine yapışmıştı. Hiçbir biçimde
kullanılmalarına olanak yoktu.
Mezarının kenarına bir çukur kazdırttım, imamın bütün
karşı çıkmasına karşın, hepsini oraya gömdürttüm.
Mahalle Kahvesi (Sait Faik)
Yazın bu
küçük mahalle kahvesinin bahçesine sık sık gittiğim için, karayelin, tipinin
çılgınca savrulduğu akşam, içeriye girdiğim zaman yadırganmadım. Kahve, sapa
bir yerdeydi. Yapraklarını dökmüş iki söğüt ağacı ile üzerinde hala üç dört
kuru yaprak sallanan bir asmayı kar öyle işlemişti ki, bahar akşamları, yaz
geceleri pek sevimli olan bahçenin mora kaçan beyaz bir ışıkla dibinden
aydınlık haldeki güzelliğine, girerken şöyle bir göz attığım halde, camın
kenarına yerleşip de buğuları silince uzun zaman daldım, hem sevdalandım. Bu
mor ışık o kadar çabuk koyulaştı ki, kahve daha ışıkları bile yakmamıştı. İnce
belli çay bardaklarının en güzelini önüme bırakıp giden kahveci:
– Kışın da güzel değil mi, bahçe? -dedi.
Bahçedeki mavi boyalı kasımpatlarının üzerine birikmiş
karları gösterdi.
– Morukların söylenmeyeceğini bilsem, ışıkları daha
yakmazdım ya -dedi-, neredeyse homurdanmaya başlarlar.
Kahve, ışıklarını yakınca dışarıdaki karın ışığı
söndü. İçeriye göz attım. Sekiz kişi ya var, ya yoktu. Küçük kapağının içinden
alevler atarak yanan sac sobanın sağ tarafının neredeyse kıpkırmızı
kızaracağını biliyor, bekliyordum. Yanımda tavla oynayanlar vardı. Bir zaman
onlara daldım. Ara sıra camı silerek alnımı camlara yapıştırıp dışarıyı
seyrettim.
Evimden çıkınca ortalığın sessizliğini, bu sessizliğe
lapa lapa kar yağdığını görmüş, yürümek hevesine kapılmış, ana caddeleri,
arkadaş tesadüflerini malum kalabalık yolları bırakmış, karın daha tez, daha
temiz biriktiği, insanların az geçtiği bir semte gitmek üzere tenha tramvaya
atlamış, buraya gelmiştim. Ama ben gelirken yarım saat içinde hava değişmiş,
karayel kudurmuş, lapa lapa yağan kar, küçücük küçücük soğuk darı taneleri
halinde kaynaşmaya başlamıştı.
Kahveciye;
– Bugünkü gazete var mı?- diye sordum.
Elime bir gazete tutuşturdu. Bir taraftan kafamdaki
hadiselere dalmağa çalışıyor, öte yandan kahveyi dinliyordum. Maişet derdi
münakaşalarından öte insanlar bir şey konuşmuyorlardı. Bir ara kahvenin kapısı
rüzgarla, bir adamla beraber açılıyor, avuçlarını üfleyerek o adam içeriye
dalıyor, sobanın önünde karnını, göbeğini, göğsünü dizine iyice ısıttıktan
sonra bir tarafa ilişiyor, ya kendi kendine hülyaya dalıyor, yahut da bir tavla
partisinin iki kişilik eğlencesine, oyuncuların itirazına rağmen bir üçüncü
olarak katılıyordu.
Sedirde oturan ihtiyarların yanına da orta yaşlı,
ciddi adamlar gelip oturdu. Benden uzakta idiler. Ne konuştuklarını
duyamıyordum, ama yüzlerinde hüzünlü bir şeyler vardı. Uzun uzun susuyorlardı.
Artık epey bir zamandır kahveye insan gelmediğini farkettim. Küçücük yuvarlak
saat, kahveciden yana dönük olduğu için, saatin kaç olduğunu kestiremiyorum.
Epey bir zaman geçti. Birçok insanlar gitti. Kahveci, nihayet saatini benden
yana çevirdi. Onbuçuktu. Öyle bir uyuşukluk içinde idim ki kalkıp gidemiyordum.
Gitmek ister gibi kımıldandığımı sezen kahveci;
– Eviniz yakınsa acele etmeyin –dedi–. Biz, bire kadar
açığız. Buradan iyi yer mi bulacaksınız?
– Ya? –dedim–. Bana bir çay daha yap öyleyse... Bir
dilim de limon.
Tam bu sırada içeriye birisi girdi. Kaşına, kirpiğine
kar dolmuş, üstüne beyaz bir ceket giymişti sanki. Gelen adam sobaya doğru
yürüdü. Üstünü başını süpürdü. Bir sandalyeye çöktü. Genç, çok genç bir adamdı.
Yüzündeki karlar eriyince beyaz, yuvarlak bir yüz meydana çıkmıştı.
Kahvede o gelmeden evvel konuşmalar oluyorken, o
girince herkes susmuştu. Kenarda tavla oynayanlar da tavlalarını şakırdı ile
kapatıp çıkıp gititikten sonra bu sükut büsbütün arttı, uzadı.
Genç adama baktım. Bir sandalyenin üzerinde oturmuş,
önüne bakıyordu. İhtiyarlar sakin, ciddi, adeta haindiler. Kahveci, başını iki
eli arasına almış, kahve ocağında oturuyordu. On dakika bir mecliste insanların
susması korkunç bir şeydir. Dehşetli sükut uzuyordu.
Genç adam ayak ayak üstüne atıyor, sonra ayağını
değiştiriyor, bir türlü oturduğu yerde rahat edemiyordu. Belinden yukarısı,
imtihan olan bir talebeyi andırıyor, korkak korkak bakıyor, ayakları ise
imtihan ehyeti masa altından ayak ayak üstüne attığını göreceklermiş korkusu
içinde gibi, bir inip bir kalkıyordu. Ayağının birisine altında kırmızı kırmızı
yamalar sallanan bir lastik artığı geçirmiş, bunu iple de bağlamıştı.
Ötekisinde, torik ağzı gibi açılmış altından hala ızgaraları sallanan bir
futbol ayakkabı eskisi vardı.
Kahvedeki sessizlik uzadıkça uzuyordu. Şaşırmıştım.
Neredeyse birinin , ya;
– Şeytan geçti!
Yahut da;
– Kız doğdu!
Diyeceğini bekliyordum. Hepimiz gülüşecektik...
Hala kimse bir şey söylemiyordu. Tekrar gözüm yeni
gelen adama ilişti. Yüzünü değil, geniş alnını görüyordum. Kırışıksız,
manasızdı. Üstünde ceket yoktu. Yalnız, siyah çizgili beyazbir mintan vardı.
Kirli beyaz renkli bol bir kazağa bürünmüştü. Kazağın ön zaviyesini bir çengel
iğne ile tutturmuştu.
Meraklanmış, şaşırmıştım. Bir hareket bile
yapamıyordum.
Bu sırada kahvenin kapısı açıldı. İçeriye bir adam
girdi. İhtiyarlara doğru yürüdü;
– Sizi çağırıyor ,dedi–. Aklı yerinde ama, sabaha
çıkamayacağına kalıbımı basarım. Ara sıra fena dalıyor. Seni istedi Ali Ağa.
Seni de Mahmut Çavuş. İstersen sen de gel Hasan. Seni çok severdi.
Oturan üç kişi ayağa kalktılar. Soba kenarında oturana
en küçük bir göz atmadan, ama ona dik dik bakarmış gibi bir halde geçip
gittiler. Sanki gözlerini mahsus ondan çeviriyorlardı. Genç adam, büyük
gözlerini açmış, gidenlere yalvarır gibi bakıyordu.
Kahveci, yeni gelene hala bir çay olsun getirmiyordu.
Az sonra yerinden kalktı. Önümdeki fincanı kaldırırken;
– Şu zavallıya da, benden bir çay yap – dedim.
Bana, yalnız gözkapaklarını kaldırıp indirerek bir
tuhaf baktı. Çayı getirmeye gittiğini sandım.
Önünden geçerken çocuk birden ayağa kalktı. Kahvecinin
önüne dikilmişti. Kahveci farkında değilmiş gibi yana dönerek uzaklaşırken;
– Babam, değil mi? –dedi–. Ölüyormuş değil mi?
Kahveci susuyordu. Bu hain, kötü, acı bir sükuttu.
Sonra, sanki buzlar erimiş gibi oldu. Ama cevap yine benim için manasız, çocuk
için de acı idi:
– Senin baban değil o.
Genç adam bir şey söylemedi. Bir şeye karar vermiş
gibi hızla yürüdü. Kapıyı bir türlü açmıyordu.
Kahveci:
– Sakın eve gideyim deme. Kapıda teyzenin oğlu
bekliyor, gebertir seni!
Çocuk düşündü. Bütün kararları uçmuştu. Yüzünde
iradesiz hatlar belirdi. Kendisini içeriye iten rüzgarı deler gibi gitti.
Bir zaman bir şey soramadım. Kahvecinin arkası bana
dönüktü. Gürültü ile birşeyler yıkıyordu. Yüzünü benden yana döndürmesini
bekledim. Ama bir türlü işini bitiremiyordu. Nihayet döndü.
Ben:
– Nedir bu Allah aşkına?– dedim.
Belindeki önlüğü çıkarmağa uğraşıyor, cevap arıyor
gibi, düşünüyordu.
Kapı açıldı. Bir ihtiyarla beraber deminki adam girdi.
Daha kapıdan girerken;
– Ruhunu teslim etti –dedi–. Öteki savuştu mu?
Kahveci, elleri önlüğünün arkadaki bağlarında, donmuş
gibiydi. Onu çözeceğine, tekrar bağladı. Masama doğru geldi. Sanki bana
açıklaması lazımmış gibi;
– Arabacı Kamil Ağa – dedi–, öldü de... O deminki it,
oğlu idi. Kız kardeşini kötü yola sürükledi diye babası reddetmişti:
Sonra öteki adamlara döndü:
– Namussuzum –dedi–, pişmanlığından değil, miras
vururum diyedir.
İhtiyarlardan biri, bu söze taraftar olmadığını
gösteren bir yüzle;
– Pişman olsa da affedilemez o! –dedi.
Ben dudaklarımın ucuna gelen bir suali nasıl
sorduğumu, niçin sorduğumu bilmiyorum. Bu tesiri yapacağımı hiç düşünmeden
budalaca sordum:
– Kız ne oldu?
Tuhaf bir şey oldu. Birbirlerine bakmadan, halleriyle
bakar gibi yaptılar. Ses sada çıkmadı. Deminki sükutun bir başka türlüsü içine
düştük.
Hatta gözlerle değil ama, sükutta ve sükutun
hareketsizliğinde;
– Bunu niye sordun?
– Ne lüzumu vardı?
– Başka soracak şey yok muydu?
– Ne de meraklı imişsin!..
Diyen bir hal vardı.
Kimse cevap
vermedi, parayı masanın üzerine bıraktım. Kahveciye baktım. Başı önünde
düşünüyordu. Sapsarı idi. Elleri hala önlüğünün bağlarını çözmeğe çalışıyordu.
Kapıyı açtım. Çekip gittim. Kızın ne olduğunu öğrenemedim ama, onu kahvecinin
kötü hayattan çekip aldığını mı anladım nedir?
Tahir Usta (Bekir Yıldız)
Atölyeye
girdiğinde, herkes ona baktı. Kar tutmuştu üstü-başı.
“Baba”, dedi çocuk. “Kar yağıyor.”
Tahir Usta, dıarıya baktı. Alışkanlıktı bu. Dışarısı,
birkaç duvarın ötesindeydi oysa.
“Bugün cumartesi evladım,” dedi. Rapidi çalıştıracağı
sıra. “İş, yarım gün. Karı, sen de görürsün nasıl olsa.”
Çocuk, karton kutuların kenarına, cicili-bicili
kağıtları yapıştırmaya koyuldu, dışarıyı yüreğinde güzelleştirerek. Kardeşinin,
yazdan kalma gıslaved lastikleri geldi sonra güzelliğin üstüne. Siyahlandı kar.
At arabasıyla taşımışlardı atölyeyi. Rapid en gözde
makinaydı taşınanlar arasında. Hem baskı, hem de keski yapabiliyordu.
Montörler, özellikle, Rapidin kazanı açıp kapayan kollarını gösterip, “Bu
kollar, sana çok ekmek yedirir arkadaş,” demişlerdi.
Patron, Rapidin yanına geldi.
“Kaç bin?”
Tahir Usta, başını kaldırmadan -kaldıramazdı- yeni bir
kartonu solundan alıp kazana yerleştirdi. Sonra, öteki eliyle, kesilmiş kartonu
sağındaki sehpaya koydu. Üç-beş saniyenin içinde tamamlanmıştı bu iş çizgisi.
Yeni bir kartona kol uzattı Tahir Usta.
“Üç bin.”
“Dört binin üzerinde oluyordu her gün, bu saatte.
Yengem nasıl?”
“İyi sayılır. Karton bekledik de.”
“Ah bu imansız hamallar!”
“Dışarıda kar yağıyor de mi amca?”
Çocuğun ellerine baktı amcası. Çocuk, kağıtları
tutkalladı hemen. Amcası gelip masasına oturdu. Kağıt kalem aldı. Şundan şu
kadar, bundan bu kadar. Tahir Ustaya vereceği haftalığa sıra geldiğinde,
oturduğu yerden bağırdı.
“Hey, Tahir abey.”
Tahir Usta, avarayı kapattı.
“Duydum.”
“Kaç mesain vardı?”
“İki.”
Tahir Usta, avarayı açtı. Kazan, açılıp kapanmaya
başladı yeniden.
“Ben de seninlen kaldıydım baba,” dedi çocuk.
Bak, şimdi iki tane sinema salonu var kasabamızda,
tabii hep renkli filmler, falan filan! Ben hiç gitmem, çünkü hoşlanmam! Bir
kez, epeyce oluyor, yine İstanbul’da bir sinemaya götürdüler beni çocuklar.
Zorla. Teknolojik harikaymış! Kapıda ellerimize kağıttan birer uyduruk gözlük
tutuşturdular. Üç boyutlu sinemaymış. Filim, orta yerde oynuyor gibiymiş.
Gerçekten de insan olayın içindeymiş gibi hissediyor kendisini, bir tuhaf
heyecanlanıyor. Bir mağaraya giriyorsun, yarasalar salona yayılıyor sanki. Bir
top namlusunu üstünüze çeviriyorlar, top bir patlıyor, mermi üstünüze geliyor
gibi paniğe kapılıyorsunuz. İlginç ve etkileyiciydi, itiraf etmem gerek. Ama
sanat bunun neresinde, söyler misin?”
Söylediklerine büyük ölçüde hak vermemek olanaksızdı
Seyit Amcanın. Babamın söylediğine göre, gerçekten de sinemaya gitmezmiş ama,
kasabaya arada sırada uğrak veren tuluat kumpanyalarının gösterilerini hiç
kaçırmazmış. Her gece en ön sırada otururmuş. Tuluat tiyatrosuyla sessiz
filim arasında ne gibi bir benzerlik buluyordu, Allah bilir!
Yıllar yılları kovaladı. Babam çok yaşlandı; oysa
Seyit Amca, sanki altmış beş yaşında bir kez ihtiyarlamış, sonra orada
kalmıştı. Kasabaya her uğrayışımda babamı daha çökmüş görüyordum, oysa o hemen
hiç değişmiyordu. Babamdan birkaç yaş da büyüktü. Öldüğünde seksenini geçmişti
sanırım ve hala babamdan çok daha dinç görünüyordu.
Bir gün, bunu kendisine söylemiştim. “Baban, yapacak
bir şey bulamadığı, hiçbir tutkusu, inanacak hiçbir putu kalmadığı için
sıkılmaya başladı bu dünyadan, ama ben daha hala bir şeyler yapabileceğimi
düşünüyorum, en azından düşlüyorum; işlerimi bitirmedim bu dünyada gibi geliyor
bana, onun için yaşıyorum!” demişti.
Bir akşam, geldiğimi öğrenmiş, beni görmek için
uğramıştı. Oturdu. Televizyonda, sessiz film döneminin eski ünlü kordelaları,
özellikle de güldürüleri gösteriliyordu. Seyit Amca çok heyecanlandı. Biz
gülerken, onun gözlerinden yaşlar boşanıyordu.
“Sinemaya gitmeyi hala sevmiyor, ama televizyonun
başından da kalkmıyor. Hele böyle eski filmler gösterildiği zaman!” demişti
babam.
Geçen yıl, ramazana beş on gün kala, Seyit Amca babama
gelmiş;
“Beş milyon ver bana!” demiş.
“Ne yapacaksın o kadar parayı?”
“Kadayıf fırını açacağım. Ramazanda iyi iş yaparız.
İster ortak olursun, ister faiziyle, ödünç verirsin!”
Babam, o yaştan sonra kadayıfçılığa dönmenin akıl kârı
olmadığını söylemiş ama dinletememiş. “Aklına bir şey koymasın, karşısına bütün
dünya çıksa, vazgeçmez o!” diyordu. Tabii, o kadar dostlukları var, beş milyonu
mu esirgeyecek! çıkarıp vermiş, “Öyle faiz maiz diye de laf etme bana bir
daha!” demiş. Herhalde başkalarından da bir miktar daha ödünç almış, artık
çalıştırılmayan eski bir fırın bulmuş, içini dışını onartıp badanalatmış.
“Bari yanına bir hamurkâr, işten anlayan bir işçi, bir
çırak falan bulalım!” diye ısrar etmişler ama o, “Bu işi benim gibi kimse bilemez!”
diye önerileri geri çevirmiş.
Arife gecesi hamur açarken, birden başı önüne düşmüş,
oracıkta ölmüş.
Bayram dolayısıyla, babamın elini öpmek için gitmiştim
oraya. Seyit Amcanın oğulları da nasılsa gelmişlermiş, babalarının öleceği
içlerine doğmuş gibi. Yine de, adamcağızın cenazesini kaldırtmak bana düştü.
Oğullarına rica ettim, o eski filmleri bulalım da, ya film enstitüsüne ya
da TRT’ye verelim, dedim.
Bulmasına bulduk ama teneke kutular rütubetten iyice
paslanmış, erimiş, filmler birbirlerine yapışmıştı. Hiçbir biçimde
kullanılmalarına olanak yoktu.
Mezarının kenarına bir çukur kazdırttım, imamın bütün
karşı çıkmasına karşın, hepsini oraya gömdürttüm.
Sürgün (Hasan Uysal)
Ona soracak olursan durduk yere ve de haksız yeni bir
sürgün emriyle karşı karşıya kalmıştı. Ya mahalli gazetede yazdıkları; fare
bıyıklı kaymakamla son toplantıdaki kavgası, hele derslerde
anlattıkları...yenilir yutulur cinsten değildi hiçbiri ama ona göre "bunda
ne vardı?"
Sürgün adresi bu kez Nevşehir Hacı Bektaş Lisesi… Bu
kaçıncı sürgün? Hep bildik görüntüler; vedalaşma, ağlaşma ve yine karısının
"bırak şu işleri de, Almanya’ya çocukların yanına gidelim" diye
yakarışı. Yeniden bir kamyon ayarla, eşyaları toparla, ev kirala, ev yerleştir.
Yeni insanlar, yeni komşular, yeni öğrenciler. Üstelik meteliğe kurşun atarken.
Neyse ki karısı bu kez fazla söylenmedi. Sadece "hep gazetede yazdığın
yazılardan oluyor bunlar" dedi.
Eşyaların ancak üçte birini kapladığı kamyonda şoförün
yanına oturdu. Karısı da yanına. Apaçık insanın yüzünden belli oluyor neler
yaşadığı. Karısının nasıl bezgin bir hali var. Haklı olmasına haklı da
yapılacak bir şey yok. Hoş kendisinin de yorgunluktan konuşacak hali kalmamıştı
ya… Kamyon şoförünün konuşkan biri olmamasını nasıl da istiyordu. Hepten
çekilmez olacaktı yol o zaman. Bilirsiniz, konuşmak istesen konuşacak birini
bulamaz insan, tersi durumda ise gevezelere çatılır. Hadi hayırlısı...
Kamyonu çalıştırmadan önce şoförün yaptığı hazırlığı
gözledi bir süre. Yaşı 37-38 olmalı. Hoş kırk dese de şaşırmazdı. Görmüş
geçirmiş, anlamlı gözlere sahip bir esmer yüz. Çizgiler oluşmaya başlamış bile.
Saçlar kısa ve özenle kesilmiş. Makasla kırpılmış, ispirtolu kalemle çizilmiş
gibi duran bir bıyık. Elleri ne kadar büyük. Biteviye direksiyon sallamak mı
büyütür acaba elleri?
Şoförün kontağı çevirmesiyle birlikte kamyon büyük bir
gürültü ile sarsıldı. Arkada duran eşyaların şangırtısı onlara kadar ulaştı.
- Hayırlı yolculuklar, dedi karısı eğilip.
Şoför başıyla tasdik etti. Ne kadar da kendinden emin
duruyor. Şükürler olsun ki, konuşkan değil besbelli.
Kamyoncuyu incelemeyi bırakıp sağ tarafa yöneltti
bakışlarını. Son kez Şarkışla’ya baktı. Anıları birikecek kadar kalamamıştı
burada. Yine de birçok olayı, tuhaflığı, her yerde karşılaştığı ispiyoncular,
yalaklar, pısırıklar ama mis gibi adamlar da tanımıştı burada. Çabucak sıyrıldı
düşüncelerinden. Karısının yanağından bir makas aldı aniden. Birbirlerine
ilgisizce baktılar. Karısının yüzünü güldürmesi, biraz olsun tebessüm ettirmesi
olanaksız gibi. Kamyon da sanki 70’lik sarhoş Recep, ııın ıııın ıııııııın diye
diye, ıkına sıkına, aksıra tıksıra zorlukla gidiyor. Ne yapalım ki, en düşük
fiyatı o verdi. Yaşlı kamyona tav olmuşlardı çaresiz. Yol biter miydi bu
ihtiyarla? İnsan sıkıntılı oldu mu yol da bitmek bilmez zaten.
Önce şoföre sonra da karısına birer sigara tuttu. Bir
tane de kendisine. Kamyoncu başıyla teşekkür ederken, atik davranıp
çakmağı çaktı. Tuhaf bir çakmaklık. Kamyoncunun bıraktığı yerden aldı, bir süre
inceledi. Belli ki atılmış bir motor parçası. Kim bilir motorun neresiydi,
nereleri gezmişti. Arkasını çevirdi. Son derece özenli ve ustaca kıvrılmış
kenarları ve de çok zekice.
- Ben yaptım, dedi şoför.
- Çok güzel, üstelik ilginç, dedikten sonra derin bir
nefes çekti sigarasından:
- Hanım niye somurtuyorsun böyle?
Karısı başını kapının camına doğru çevirdi, karşılık
vermedi. Beklenmedik bir anda şoför söze karıştı:
- Amca memleket neresi?
40’lık şoför kalkmış kırk beş yaşındaki insana amca
diyor. Oldu mu ya? Böyle şeyleri önemsemese de insan bozuluyor doğrusu. Karısı
onun "amca" lafından alındığını anladı, dürttü dirseğiyle:
- Amcası sana soruyor! dedi tebessüm ederek. Sonra
gözlerini yine cama yöneltti.
– Ha bana mı sordun? dedi çaresiz. Kısa bir süre süzdü
kamyon sürücüsünü;
- Pötürge, Malatya Pötürge oğlum!
"Oğlum" sözcüğünün üstüne basa basa, sitem
ederek, kafasına vurur gibi söylemişti. Şoför de fark etmişti. Belki de oğlum
lafını yadırgamış olsa gerek, gözünü direksiyondan kaldırıp Hasan Hoca’ya bir
bakış attı:
- Hacı Bektaş’a neden gidiyorsunuz?
Hasan Hoca’nın gözleri bu soru üzerine karısının
gözlerine değdi. Ne diyeceğim diye düşünürken şoför onu bu sıkıntıdan
kurtardı;
- Ne iş tutacaksınız orada?
- Öğretmenlik oğlum öğretmenlik, diye karısı devreye
girdi araya dalan sessizliğin akabinde. Ne yapalım ki öğretmenlik. Eli
dursa ağzı, ağzı dursa... tövbe tövbe; işte öyle bir öğretmenlik. Bu amcan
dünyayı düzeltecek ya... diye söylenerek yeniden dışarıya çevirdi
bakışlarını.
"Anladım" manasında başını salladı kamyon
şoförü. "Hacı Bektaş’a tayin ha!"
Yine sessizlik... Boşluğu Hasan Hoca’nın sesi
bozacaktı bu kez;
- Hee tayin...5 ayda bir tayin..... Ne tayini yahu,
sürgün oğlum sürgün!
Elindeki direksiyon simidini daha bir sıkı
kavrarken kaçamak bir bakış attı şoför ve yine "anladım"
anlamında başını sallayarak. İnsan konuşmak istemedi mi üstüne üstüne
gelirler dedik ya, düşündüğünün aksine geveze çıkmıştı kamyoncu. Şarkışla’dan
sürgün edildiklerini, ondan önce de Kütahya Emet’te çalıştığını, 22 yılda
toplam 13 sürgün yediklerini, dahası bir kız üç çocuğunun Almanya’da
yaşadıklarını bitmek bilmez soruların ardından öğrenmişti ama şoför yine de
durağı olmaz sorularla akın akın üstüne gelmeyi sürdürüyordu.
- Hacı Bektaş’a pek istekli gitmiyorsunuz galiba.
Seversiniz orayı. İnsanları akıllı, cana yakın ve yardımseverdir. Eğlenmesini
de iyi bilirler. Şarkışla’dan daha iyidir, daha güzeldir.
Bu kez "amca" lafını kullanmamıştı. Hanım
söze karıştı;
- Aman oğlum, güzelliği de iyiliği de batsın. Biz
yaşlandık artık. Her daim oradan oraya, dayanılır mı? Şöyle bir yerde
kalsak, eyleşsek… başka bir şey istemem dedikten sonra başını iki yana
sallayıp, bakışlarını yine cama çevirdi. Hız fakiri kamyon adeta olduğu yerde
tepiniyor, karşılarındaki manzara değişmek bilmiyordu bir türlü.
Şoför sustu. Karşılık vermedi. Az sonra da hırıltısı
azaldı yaşlı kamyonun. Biraz ilerde "kamyoncu" kahvesinde mola
için duracaklardı. Karı koca seğirterek helada aldılar soluğu. Geldiklerinde
şoförün söylediği çaylarıyla karşılaşacaklardı. Henüz Kayseri’ye bile
ulaşmamışlardı. "Yolumuz uzun fazla eğleşmeyelim burada" dedi karısı.
- Nerden baksan iki iki buçuk saatlik yolumuz daha
var, derken kalktı; bir süredir incelediği enteresan çakmaklığı, kamyoncunun
sigara paketinin üstüne koyarken. Tekrar kamyona yerleştiklerinde karısı
telaşla atıldı:
-Bey çantamı unuttum, sandalyeye asmıştım.
Hırıltı ile çalışan kamyonun sesini yeniden kesti
şoför. O ise söylene söylene indi kamyondan. Gelirken çantayı da kadınlar gibi
omzuna astı. Karısının bu haline güldüğünü görünce kalçasını kıvırtmaya, bir
sağa bir sola salınmaya başladı. Karısı daha çok güldü o zaman.
- Buyurun hanımefendi. Başka emirleriniz olacak mıydı
kölenizden? dedi çantayı uzatırken, ama fısıldayarak. Şoför duysun istemedi.
- Hocam vallahi durumumuz dram! dedi. Sen belki
farkında değilsin…hoş neyin farkındasın ki?
Hiç ses çıkarmadı. Buna vereceği karşılığı bulunca
karısına doğru eğildi.
- Yaşlandık hanım… Yaşlılık dram değil, trajedi
oluyor! Hiç yaşlanmayacağımı, yorulmayacağımı düşünürdüm oysa, diyerek derin
bir iç geçirdi.
Karısı sadece "aman komedi olmasın da"
karşılığını verdi. Hemen ardından da kocasının omzuna başını koydu, gözlerini
kapattı. O da karısı rahat uyusun diye oturuşunu daha uygun hale getirdi. Kendi
kavgası yüzünden ona yıllardır neler
çektirmiş ve de çektiriyordu. Bu kadar söylenmesi az
bile. Hakkını nasıl öderdi yoldaşının?
Uyku fena yüklenmişti onun da üstüne. Göz kapakları
nasıl da ağırlaşır böylesi durumlarda. Gözlerini sıkı sıkı açıp kapattı,
ağırlıktan kurtulmak için. Uyumamalıydı. Şoförün uyumasını, dalmasını önlemek
için konuşmalıydı. Kamyoncu da kamyoncuydu hani. Son derece lüks bir salonda,
çok gösterişli mobilyalar içinde kendilerini ağırlıyor gibiydi duruşu. Çay
molasının ardından sanki konuşkan kamyoncu gitmiş, yerine başka birisi
gelmişti. Gözünü giderek kararan yola dikmiş, anasından karnından birlikte
çıkmış gibi duran direksiyonu kavramıştı:
- Suspus oldun, dedi sigara paketini uzatırken.
Kamyoncu, başıyla belli belirsiz bir baş hareketiyle yanıtlarken, bu kez kendi
sigara paketini tutarak karşılık verdi Hasan Hoca’ya.
- Bafra içiyorsun ha, diye sordu ilk kez görüyormuş
gibi baktığı sigarayı yakarken. Demek hâlâ Türk sigarası içen oluyormuş.
Bu lafa pek güldü kamyoncu. "Olmaz olur mu? Hayat
pahalılaştıkça kim içer Amerikan sigarasını?"dedi.
-. Hoş ben de direndim yabancı sigaraya ya,
bizimkilerin kokusu lanet, sarartıyor her yerimi üstelik.
- Hükümetin Amerikan olmuş Hasan Hoca, sigarasını
içmek öemli değil, dedi kamyoncu.
- Halk uyumaya devam ettikçe dahası da olur, diye
karşılık verdi Hasan Hoca.
-Hocam, diye araya girdi kamyoncu. Amcalık iyiden
iyiye kalkmıştı besbelli. "Bakma sen bu memleket güzel memleket. İnsanları
da öyle yabana atmamak lazım. Ne verirsen onu alırsın. Kaç kişi gidebiliyor
okullara? Hadi gitti diyelim, okullar okullara benziyor mu? Üzerine alınma ama
öğretmenler, hele hele yeni öğretmenler öğretmen mi Allahaşkına? Bak ben şunca
yıllık şoförüm, Avrupa’ya, İran’a, Irak’a gidiyorum. Anadolu’yu karış karış bilirim.
Anadolu insanı gibi yok.
Lafın sonu nereye gideceğini kestiremediğinden, Hasan
hoca başıyla belli belirsiz onay verdi şoföre. O devam etti lafına:
-Adam dağ köyünde yaşıyor. Yaş olmuş 70… Hayatında
şehir görmemiş, belki iki üç katlı ev bile görmemiş. Okuma desen yok, yazma
desen hiç yok. Radyo, televizyon falan hak getire… Ama bir anlatmaya başlıyor,
apışıp kalıyorsun. Ulan adam nereden bulursun bu kelamları? Hamur iyi abi
hamur… Bu millet çok şey yapar ya, ah abi ah yaptırmazlar. İnsan gibi yaşasalar,
insan gibi yaşayanlara beş basarlar vallahi… Ama yok! Neden yok? Çünkü
vermemişsin, hiçbir şey vermemişsin. Kafasını azcık kaldıracak olsa, basarlar
sopayı, dayağı. Hep baskı, bin yıldır baskı. İstemeyen, istemesi, itiraz etmesi
yasaklanmış millet ne yapsın?
- Doğru dersin.... dedi Hasan hoca. Kılık kıyafetine,
tipine, yüzüne baksan asla yakıştıramayacağı kadar duru bir dil, içerikli bir
konuşma, mayoncu şaşırtmıştı onu.
- Kusura bakma, sormadım önceden; adınız neydi?
- Adaşız hocam!
- Öyle mi, seninki Hasan Kemal olsun öyleyse!
Hiç yanıt vermedi, belirsiz bir gülümsemeyle yetindi.
- Kamyon senin mi? Asıl işin şoförlük mü? diye
sürdürdü Hasan hoca. Soru sağanağı sırası sanki ona gelmişti şimdi.
İç geçirdi şoför Hasan. İki eli direksiyonda, yan
pencereden karaltılara gömülmüş, birbirlerine girmiş dağlarla, ağaçlara baktı:
- Öğrenciydik hocam, ODTÜ’de. Atıldık seksenlerde.
Ağabeyimle ortak, ancak bu yaşlı kamyona çıkıştı paramız. İşte böyle çalışıp
duruyoruz. Çok şükür ki bizi namerde muhtaç etmiyor, dedikten sonra da eğilip
direksiyonu öptü.
- Üzüldüm. Yani keşke okulu bitirseydin… Neyse, olmuş
bir kere…
- Ne üzüleyim be hocam… Bitirip de bir şey mi
olacaktık? Afedin ayının birine güvendik, sattı bizi. Başımıza bin bir iş
geldi. İyi biliyorum ki, büyük yerlerde de, bir yere kazık çakarak da yaşayamam
ben hocam. Zaten okulu bitirsek, başka biri daha çıkar, yine başımıza bir bela
açardık. Kendi işin gibisi yok. Bütün şehirler, dağlar bayırlar, memleketler
benim artık hocam.
- Aman yengen duymasın, onunla bu konuda anlaşamıyoruz
zaten. Benim de başıma güven yüzünden bin bir olay geldi. İnsan kimseye
güvenemez, hiçbir şeye inanamaz duruma düşmesin. Zaten istesen de istemesen de,
kimi zaman güvenmenin önüne geçilemez. Varsın boş çıksın, ama insanlara
güvenmeye devam edelim.
Bir süre sessizlik... Sessizliği, şoför Hasan’ın sağ
yumruğunu sıkıp direksiyona vurması bozdu. Karısı gürültüye gözlerini açtı.
Manasız bakışları kısa sürdü. Bu kez arkasını dönerek, geldiği uykuya yeniden
kucak açtı.
- İyi dersin doğru dersin hocam ama bu işe sokan sattı
hocam beni. Yüzüne baksan adam sanırsın, herife iki menteşe tak, kapı diye
kullan. Kafasına ampul tak, sokak direği diye yararlan.... O koca adam, küçücük
oldu, onu bunu sata kiralaya, şunu bunu yalaya yuta, şimdi devletin genel
müdürü iyi mi? Üstelik amcaoğlu hocam. Nasıl güvenirsin artık dünyaya?
Hacı Bektaş’ın silueti göründüğünde kafası allak
bullaktı. ODTÜ’lü, seksenli yıllarda atıldık diyen adaşının anlattıklarından
değil. Önce solcu sandığı adaşının "tarikatçılık" nedeniyle okuldan
atıldığını öğrendiğinde çok şaşırmıştı. Bu baştan beri hiç aklına gelmemişti.
Hele tarikatçılık yüzünden atıldığını açıkladıktan sonra başlattıkları dini
sohbette, adaşının sözleri hiç kulaklarından silinmiyordu.
- Hocam Tanrıya inanırım. Tanrısız yaşanmaz.
Herkesin bir Tanrıya ihtiyacı vardır. Ama en doğrusu herkesin kendi Tanrısını
bulmasıdır. Başkasının Tanrısı yaramaz bana hocam. Bunca yaşadığımdan bunu
öğrendim. Tarikat marikat geçeceksin bunları bir kalem. Eğer adam gibi
yaşayacaksan, dimdik duracaksan; kimsenin eteğini öpmeyeceksin. Tek sermaye
insan, ben artık sermayemin kıymetini iyi biliyorum hocam.
- Doğru, dedi Hasan hoca, adaşının direksiyondaki sağ
elinin üstüne koyduğu sol eliyle dostça vururken. Ben de cesaret ve dürüstlük
tanrısına inanırım.
Kente birkaç kilometre kalmıştı ki karısını okşayarak,
yetmeyince hafif sarsarak uyandırdı.
- Karıcığım kalk. Almanya’ya yüz kilometre daha
yaklaştık. Bak ufaktan ufağa Almanya’ya, çocuklarına yaklaşıyoruz.
Karısı şakasını pek anlamadı. Eliyle gözlerini
ovarken, daha kendine gelemediği belli oluyordu:
- Aman yine ne diyorsun? demekle yetindi. Onun
kafasında ise, kısa sürede tanıyıp sevdiği, belki de bir daha hiç
karşılaşamayacağı, ona güven veren şoför Hasan vardı. Bu sürgün işi olmasa onu ve
onun gibileri başka nasıl tanıyabilirdi ki?
- Yolun açık olsun şoför kardeş, dedi tokalaşırken, hasretlik çekmeyesin ömür boyu.